1970’lerden sonra başlayan Küresel Ekonomik Düzen; kentler için yeni tanımlar getirmiş, geleneksel kent kavramı ve coğrafyası yeni eko-coğrafya kavramıyla değişmiştir. Sermayenin küresel akımı yanında, bilim ve teknolojideki hızlı değişme ve gelişmeler, kent paradigmasına Teknotopya kavramını yüklemiş, böylelikle her iki yeni kavram; kentin tarihsel ve ekonomik sürecini yakından etkilemiştir. Küresel sermayenin çok boyutlu hareketliliği, uluslar ötesi şirketlerin daha çok kazanma arzusu, yani örtük kapitalizmin inanılmaz yükselişi, küçük olan ne varsa köy, mahalle, yöre, bölge ve sermaye hepsini yutmaya koşullanmış, kent yönetimi, kentleşme, çevre sorunları, yerinden yönetim, iletişim, kent hukuku, sosyoloji, sağlık ve benzeri alanlarda küresel kent ve eko-coğrafya, kent kavramını yakından ilgilendiren her disiplini itme ve değiştirmeye zorlamıştır. Sermayenin büyümesi, küresel sermaye ile bütünleşmesi, sermayenin bir merkezde toplanması, bulunduğu kenti finans merkezi haline getirmiştir. Bugün dünyada sermaye ve finans hareketlerinin yönlendirildiği ve yönetildiği kentleri bizler küresel kent diye tanımlıyoruz. Küresel kentlerin temel özelliği, bilim ve teknolojiyi başta iletişimde olmak üzere maksimum düzeyde kullanmak ve geliştirmektir. Bu özellik onlara Teknotopya niteliği kazandırmıştır. Küçük olanın yerine devasa büyüklüklerin konması, kent coğrafyasına, çevre sorunları ve bilinçsiz tüketmeyi eklemiş, diğer taraftan da eko-coğrafya sermayeden nasiplenmek için doğal coğrafyayı kemirmeye başlamıştır.
Dünya küresel kentleri içinde mutlaka çevre dostu kentler olduğu gibi, tarih, doğa, kültür ve teknolojiyi bir konsepte buluşturan kentlerde yok değildir.
Uluslar ötesi sermaye bir taraftan istihdam yaratma bahanesiyle dünyanın bakir alanlarına yönelip, ucuz emek, optimum üretim, ekonomik prensiplerini yerleştirirken, diğer taraftan popüler kültürü hakim kılmak adına manipülasyon araçlarını fütursuzca kullanmaktadır. Doğanın tahribi, yeşilin yok edilmesi, yatırım yapılan ülkenin ve kentin, sosyo-ekonomik-coğrafyasının, tarihsel dokusunun zarar görmesi küresel efendileri ilgilendirmemektedir. Küresel kentler; sermaye ve finansı teknoloji kullanarak organize ederken, yatırım alanlarının doğal coğrafyaya verdiği zararları etüt etmemektedirler.
Bu perspektif ışığında ülkemizdeki kentleşme fenomeni ve eko-coğrafya paradigması, kent bilimcileri, hukukçuları ve sosyologları için zengin tartışma kaynakları olacaktır. Uluslar ötesi finans merkezi olması için, İstanbul‘un coğrafyasının canına okumak, çok katlı ve ucube görünüşlü gökdelenler inşa etmek, dünyanın en büyük hava limanını buraya kurmak, İstanbul‘u teknoloji üssü haline getirmek, tek başına yeterli olmamıştır. Çünkü küresel kent hukuku ve sosyolojisini İstanbul özelinde, hala ulusal kent hukuku ve sosyolojisi başarılamamışken, başarmak olası gözükmemektedir. İstanbul‘da yeşil alanlar AVM‘lere feda edilirken, kentin tarihsel mimarisi ve dokusu, coğrafyası ile birlikte betonlaşmaya terk edilmiştir.
Toprak, arsa ve arazi kullanımı, kent hukuku, doğa, tarih ve teknoloji uyumu dışına çıkarılmış, rant pazarı adeta kenti özgün kimliğinden çıkarmıştır. Yerinden yönetim anlayışı, yerinden rant elde etme anlayışına dönüşmüş, hukuksuz ve alt yapısız imar değişiklikleri kenti soluksuz bırakmıştır. Kentin eko-coğrafyası doğallığını yitirmiş, İstanbul‘u geleceğe taşıma hamlesi başarısız olmuştur. Ülkenin diğer büyük kentlerindeki kent planları, kentleşme ve sanayileşme üçgeni değer kayıp etmiş, kentler; sanayi, tarım, ticaret ve lojistik sektörleri arasına sıkışıp kalmıştır. Eko-coğrafya kendini aramaktadır.