Küllerinden yeniden doğmuş bir ulusun lideri; savaşlarda nelerin kaybedildiği bilinciyle kurulan yeni Türkiye Cumhuriyeti Devletinin dış politika eksenini barışla süsleyerek, “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” ilkesini kalplere kazıyarak, Cumhuriyetin kuruluşundan günümüze kadar, Türk dış politikası bu eksen üzerinden yürüdü. Dengeli, tutarlı, barışçıl dış politika izlenmesi, Türkiye’nin dünya coğrafyasında yerini sağlamlaştırırken, dostlarını da çoğaltıyordu.
Emperyalist ve yayılımcı politikayı şiddetle rededen barışçıl politikamız, başta iyi komşuluk ilişkileri olmak üzere, uluslararası ilişkileri de uluslararası hukuk normlarına göre götürüyordu. 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı’nda bile dönemin hümanist başbakanı Sayın Ecevit; ‘Biz Kıbrıs‘a savaş için değil, barış için gidiyoruz’ diyordu. O dönemde ülkeye uygulanan ağır silah ambargosuna rağmen, ülke ulusal onur ve dış politika ciddiyetinden asla taviz vermedi. Amerika‘ya rağmen haşhaş ekimine izin verilerek düzenleme yapıldı. Cumhuriyet tarihi boyunca hiçbir ülke ulusal onurumuzu rencide edecek şekilde bizlere saldırmadı. Türkiye her uluslararası platformda barış eksenli dış politikasıyla, dengeli ve tutarlı bir yol izlemeye devam etti. 2002’den sonra Türkiye yeni bir iktidar angajmanıyla birlikte, sistemin özüne yönelik sorunlar yaşamaya başlamanın emarelerini gördü. Yıllar itibarıyla dış politika dengesi değişmeye başladı. Dış işleri yetkilileri gerçek anlam, kariyer ve bağlamından koparılarak monşer küçümsemesiyle baş başa kalırken, başta büyükelçilik atamaları dünya siyasetini, tarihini, sosyolojik, ekonomik ve teknolojik gelişmelerini iyi okuyamayan, yorumlayamayan, bunlardan gündelik dersler ve çıkarımlar yapamayan, yani işin ehli olmayanlara terk edildi. Türkiye özellikle dil sıkıntısı çeken bu yetkililer yüzünden, haklı olduğu birçok konuyu muhataplarına aktaramamış, çok haklı olduğumuz Suriye topraklarındaki terör koridorunu yok etmeye yönelik operasyonlarda yalnız kalmış, Türkiye‘yi bu haklı davasında destekleyen birkaç küçük ülke dışında dostu bulunamamıştır. Bunun nedenlerini sorgularken sistemin biçimine değil özüne bakmak ve irdelemek lazım. Dış politikada çok bilen insanlar döneminden az bilen insanlar dönemine geçiş yapmış durumdayız.
Amerika Birleşik Devletleri başkanının stabil olmayan ruh ve zihin yapısının, sosyal medya üzerinde ülkemize yönelik yaptığı alçakça küçümseme ve aşağılamaya anında karşılık verilmemiştir. Bu devlet geleneği ve dış politikada ortaya çıkan bozulmanın göstergelerindendir. Stratejik derinlik bağlamında yeni Osmanlıcılık hareketleri, politik zeminde hacim kaplamış, gelecek perspektifli değişen ve dönüşen dünya gerçekliği yerine geçmiş yön eğilimli, aklı ve ilmi gerekçeleri oluşmamış, bir beyhude akım peşinden derinliğin stratejisine takılmak, Türkiye‘nin dış politikada irtifa kayıp etmesine neden olmuştur. Derinliği olmayan bu stratejinin, Ortadoğu Bataklığına Türkiye‘yi sokması ayrı bir cevaptır. Çünkü stratejik derinlikte her soru bir cevaptır. Böyle olunca da dış politikanın yarı aydınları, kozmopolit seçkinciliğin, salona taşınmış batıcılığa öykünmesiyle, dindarlıktan uzak, ham bir dinciliğin arasında dış politikaya yön verme çabası görülmektedir. Türkiye gittikçe dış politikada garip bir yalnızlığa itilmektedir. Tüm olay ve olgular dünya gözüyle ülkede okunamadığından, iç politikaya yönelik veri ve donelerle politika yapmak, bu olay ve olgulara bakmak anlamındadır. Oysa görmek kavramaktır, kavramak çözmek ve çözümlemektir. Türkiye, düşünme yetisini, siyasi ahlak ve zekasını ve dışa karşı mücadelede ruhunu kayıp etti. Türkiye‘nin yaşadıkları üzerine açık, anlaşılır tavır koyamayanlar, geçmişten gelen mücadele gücünü benimsemeyenler, kitlesel güç kaynağı olmaktan çıkmışlardır. Umut ve birlikten doğan güç, bu ulus ve ülkenin sarsılmaz argümanlarıdır. Yani kısaca “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh.”