Türkiye’de özellikle 2010 anayasa referandumundan sonra, yürütme ve yargı arasında yürütme lehine yoğun bir ilişkinin olduğu herkesçe bilinmektedir. Yargı bağımsızlığı, toplumsal barış ve adaletinde aslında çimentosudur. Şimdi yürütmenin yargı üzerindeki izdüşümüne göre siyaset ve hukuku, mevcut yönetim sisteminde birbirinden ayırarak, makul, inandırıcı, kalıcı ve sürdürülebilir bir dil kurmanın olanağı yoktur. Çünkü yargının dili körlenmiştir. Ya da siyaset; hukuka ve ahlaka zıttır. Öyle olduğundan dolayıdır ki; Türkiye‘de hukuk siyasete benzemekte, hukukçular siyasetçiye benzemeye çalışırken, her ‘Başka’yı da ‘Aynı‘ya benzetmektedirler. Bu durum bilimden kopuşu hızla gerçekleştirirken, felsefesiz hukuk ve siyasetinde sefaletini göstermektedir. Yargıda çıkan aynı davalardaki farklı sonuçlar, siyasetin gölgesini hissettirirken hukuk, adalet ve yargıya olan güven hızla düşmektedir. Ama, ana fikir söylemi hiç değişmemektedir. “ Türkiye bir hukuk devletidir, yargı bağımsızdır” Demek ki tek ve aynı ana fikir, ayrı bakış açılarından gözlemlendiğinde, bir çok farklı gerçeğe bölünmektedir. O halde hangisi gerçek? Amerika başkanı Trump‘ın twitinde yazdığı “Brunson için çok sıkı çalıştık” mı, yoksa hukuk devleti olan Türkiye‘de yargı bağımsızdır mı? Birbirlerine karşı duran iki farklı önerme… özellikle birinci “de çok sıkı çalıştık” özetinin detayları acaba nelerdir? Bunlar ne zaman ve nasıl ortaya çıkacaklardır?
Hukuk ve yargı değerlendirmesine nereden bakarsanız bakın, ülkede çok yoğun bir ahlak çöküntüsünün izlerini görürsünüz. Çok önemli yargı davalarında hukukumuza giren gizli tanık diye adlandırılanlarda ahlakın nasıl da yok olduğu, bunların ifadeleriyle kimlerin nasılda içeri de tutulduğunu kamuoyu bilmektedir. Son Brunson davasında ise, bu gizli tanıkların ifadelerini nasıl değiştirdikleri veya geri çektiklerini hangi ahlak ölçüleriyle açıklayabileceğiz? Ahlak çöküntüsü karakter bozulmasını da birlikte getirmektedir. Akıl, ahlak ve vicdanla verilen her kararın hukuki değeri tartışılmazken, bunun dışındaki her yol tartışmaya açıktır.
Politikasız siyaset anlayışı, ülkede bir çok şeyin sorgulanmasına zemin oluştururken, insan mayası, omurgası ve karakteri de bu anlayışın uzamsal boyutunu oluşturmaktadır. Anatomi’deki tanımına göre vücudun eksenini oluşturan ve iskelet sisteminin ana omurgası olup da insanın dik durmasını sağlayan kemik sistemidir. Oysa felsefik bir yaklaşımla omurga: namus, dürüstlük, onur ve karakter demektir. Ancak gel gör ki; kirlenen toplum yapısında, insanların menfaat ve beklentileri, onur, namus, dürüstlük ve karakterlerinin önüne geçmiş, omurgadaki ritmik esnemeler kalıcı hale dönüşmüş, omurgasız(ahlaktan yoksun)bir sürü kişi varoluş gerçeğinde ki, ortaya konulanlarla, kendilerini daha şimdiden test ederek, erdemli olma konusunda sınıfta kalmışlardır. İşte toplumsal hasletler zincirinde, ahlakın bozulması, adaletin, hukukun, yargının, siyasetin ve toplumsal yapının bozulmasına neden olmuştur. İnsan olarak görevimizin ne olduğu, insansal varoluş felsefesinde yatmaktadır. Bu görev yönelimi, içinde bulunduğu toplumsal koşullara göre, harekete geçer. Bozulmuş ve kirlenmiş koşullar altındaki görev yönelimi elbetteki omurgasız sınıflamayı genişletecektir.
O halde insan ve ülke olarak, temiz ve açık politikalı siyaset, vicdana dayanan ahlak ve adalet, felsefeye bağımlı özgürlük ve haklar ve bunların oluşturacağı büyük bir bütünleşme… Her şeyin kaynağı ahlak ve adalet ise, insanın ölçüsü de erdemdir. Ölçülü olmak buradan türemiştir. Yolumuz; vicdanla başlayan, ahlakla süslenen ve adaletle aydınlanan yoldur.