Siyaset gibi karmaşık, çelişkili, derinlik ve felsefe isteyen bir uğraşı alanında olan bir siyasetçi; hele bir de iktidarda ise, mutlaka siyasetin dışında kendisine ait sanatsal veya kültürel bir dünya yaratmalıdır. Zaman zaman siyaset alanından, o başka dünyasına geçip iktidar ve yönetimde ki, kendisine, siyaset anlayışına, yönetimine, toplumsal talep ve arzulara, güncel ve süregelen sorunlara o başka dünyasından bakmasını, kendi gözüyle kendisini eleştirmesini bilmelidir. Bu zihinsel ve ruhsal etkinlik siyasetçiyi, zenginleştirir ve geliştirir. Kendisini bir başka gözle veya rasyonel ve ofansif bir akıl gözüyle eleştiren siyasetçi; bu bağlamda demokrasiye de katkı sunmuş olacaktır. Rahmetli Ecevit’in dediği gibi “Siyasette güçlü olabilmek için, siyasette kişiliğini ve insanlığını yitirmeyebilmek için, siyasette zararlı olmayabilmek için, başarıyla, yengiyle başı dönmeyecek, yenilgide de yıkılmayacak kadar az bağımlı olmalıdır siyasete.” Siyaset dışındaki dünyasına insani ve ahlaki değerlerin oluşturduğu duygu ve düşünce zenginliği, yolda gerekirse yalnız yürümesini bilmelidir. Bunun için her siyasetçinin birincil ve asıl amacı olan, insanların mutluluğu için mutlaka ahlak, adalet ve hukuk üçgeninde, optimum düzeyde, rasyonel aklın rehberliğinde ilerlemesi kaçınılmazdır.
Hukuk, adalet ve evrensel yasalar; insanların nihayetinde sığınacakları güvenli limanlardır. Bu açıdan hukukun üstünlüğünün olmadığı siyasi toplum ve ülkelerde, bilimsel aklın dışlandığı gibi, Şeffaflık ve dürüstlükte eşikte kalmış kavramlar olarak karşımıza çıkmaktadır. İktidar ve yönetimdeki siyasetçiler; gerek ampirik olay ve olgular ve gerekse pragmatik gelişmeler karşısında, hukuk ve adaletle değerlendirmeler yaptıklarında, başarılı olurlar. Hukukun ve adaletin gücü, Otoritenin siyaset argümanları temeli üstüne oturmadığı sürece, temeli adalet olan devletin, yönetim tarzı ve anlayışı, iktidar üzerinden sorgulanmaktadır. Bu durum siyaset doğasının ve sosyo-psikolojinin kabul görmüş yasalarından biridir.
Türkiye her iktidar döneminde hukuk ve adalet anlayışını, çağdaş batı hukuk ve adalet düzeyine yükseltme yerine, bu iki kavramı hep tartışılır hale getirmiş, Yasama ve özelliklede son yıllarda Yürütme; yargıyı adeta baskılamıştır.
Ekonomik kalkınmadan toplumsal değişime, çağdaş eğitimden bireysel hak ve özgürlüklere kadar her adımın, her uygulamanın temelinde hukuk olmalıdır. Türkiye hukuk ve adalet çıkmazını aşmak için, her sıkıştığında Hukuk reformlarına sarılmakta, uygulamaya sokulan her reform toplumsal gelişme ve değişme parametrelerinin çok gerisinde kaldığından vatandaş eski hukukunu arar duruma gelmektedir. Eğer gerçekten hukuk devlet anlayışı hâkim kılınmak isteniyorsa; hukuk ve yargı alanında köklü ve kalıcı bir devrime ihtiyaç vardır. Zira reformlar bu ülkeye yarar sağlamamış, hukuk ve adalette yapı bozum sürecini hızlandırmıştır. Türk hukuk sisteminin arşivlenen bölümlerinden tutun da, günümüzde uygulamada bulunan bir çok hukuksal mevzuat ve eklentileri sosyal, idari ve adli yaşamda sakatlıklar doğurmakta, hukuk icracıları; bağımsız ve tarafsızlık ilkeleriyle, siyasi yozlaşmış kararlar arasına sıkışmış bir şekilde, vicdan, ahlak ve hukukun evrenselliği önceliğinden sapmalar göstermişlerdir. Yasa yapma tekniğinden tutunuz da, yasaların toplumda nasıl algılandığı ve yorumlandığı, hukukun yasaya indirgendiği bir dönemde, Olağanüstü hal ve Bakanlar kurulunun yetkiye dayanarak çıkardığı KHK ‘lar, Yüksek seçim Kurulu Kararları, Futbol federasyonu tahkim kurulu kararlarına kadar, birçok karar bugün hala Anayasa mahkemesi denetimi dışında ise, adli ve idari anlamda bir çok yerel mahkemeden, yüksek yargı mahkemelerinin kararlarını yerine getirmeyi bekleyemezsiniz. Çünkü öteden beri ülkede tartışılan, siyasetin, hukuk karşısında rüçhan hakkına sahip olunmasıdır. O nedenle reform yapmak, pragmatik ve oportünist bir yaklaşımdan öteye geçmeyecektir. Son yıllardaki siyasi gelişmeler sizlere bu konuda ipucu vermiyor mu?