Uğur Mumcu öldü mü?

“Bir bombayla canına kıyılan
Çoğalmasını bilen biriydi
Daha az Uğur Mumcu’yduk dün
Daha çok Uğur Mumcu’yuz şimdi”(*)

Soğuk ve yağışlı bir pazar günü evde dinleniyordum, telefon çaldı. Oldukça eski, antika sayılabilecek telefondan çıkan, insanın kulaklarını çınlatan bir zil sesi evin içini doldurdu. Ahizeyi kaldırdım, bir arkadaşım “Duydun mu? Uğur Mumcu öldürülmüş” dedi.

Bir anda beynim uyuştu. İçimden gelen bir itirazla “Olur mu canım, yalandır” dedim. Telefonu kapattıktan sonra midemden yukarı doğru bir karıncalanma oluştu. Garip duygular kapladı içimi. Habere inanmak istemiyordum. Ama içimde yine de ağır bir şüphe vardı. Televizyonu açtım. Haber doğruydu. Yazıyordu işte: “Uğur Mumcu öldürüldü”.

Bütün dünyam karardı o anda. Bomba, Mumcu’ya değil bana atılmıştı. Öldürülmek istenen Mumcu değil, bendim. İnandığımız, güvendiğimiz, asla bizi kandırmayacağını bildiğimiz cesur bir insan yok edilmişti.

Kendimi dışarı attım. Keskin soğuğa rağmen uzun uzun yürüdüm. Ne yapacağıma, nasıl sakinleşeceğime bir türlü karar veremiyordum.

Ertesi gün çalışma günüydü. İşe gittim. Gittim ama kendimi bir türlü işime veremiyordum. Bir mazeret öne sürerek amirimden izin aldım, atladım şehirlerarası bir otobüse ve Cağaloğlu’ndaki Cumhuriyet Gazetesi’ne gittim.

Benim gibi koşup gelmiş yüzlerce insan arasında Uğur Mumcu sanki öldürülmemiş de gazetenin bahçesindeymiş gibi dolaştım. Açılan taziye defterini imzaladım. Sonra yine atladım otobüse ve evime döndüm.

Ertesi gün de sakinleşemedim… Ertesi gün de… Ertesi gün de…

Birkaç gün sonra İzmit’te büyük bir protesto mitingi yapılacağını öğrendim. Dayanamadım ve mitinge katılmak üzere İzmit’e gittim. Eski tren garının önüne doğru kilometrelerce uzanıyordu kalabalık. Neredeyse bütün sivil toplum kuruluşları ve sendikalar gelmişti. Rastgele bir yerde insanların arasına karıştım. Sloganlar atarak yürüdüm; “Türkiye laiktir, laik kalacak!”

Yürüyüş bittiğinde kızgınlığım azalmıştı, üzüntümü ve tepkimi büyük bir kalabalıkla paylaşmış olmanın verdiği ferahlıkla eve döndüm. Ama içim buruktu…

Uğur Mumcu yoktu artık. Gerçekleri kimse yazamayacaktı…

* * *

Yıllar yılları kovaladı.

Şubat 2010’da tarihimizin en utanılası davalarından biri olan “Balyoz” kumpası başlatıldı.

Özenle yaratılmış korku imparatorluğu en güçlü zamanlarını yaşıyordu. Beni Beşiktaş Adliyesine sorguya çağırdılar. FETÖ’cü savcı bozuntularına ifade verdikten sonra da hâkim kılığındaki bir FETÖ’cü tarafından tutuklandım.

Hasdal Askeri Cezaevi’nde bir koğuşa kapatıldım. Koğuş arkadaşım iki general ve üç amiral ile birlikte günde iki saat havalandırmaya çıkıyor ve diğer tutuklu askerlerle sohbet edebiliyordum.

Hapishaneye kapatıldığımızda yoğun olarak hissettiğimiz ilk duygu toplumdan soyutlanışımız olmuştu. Toplumdan hem fiziksel olarak kopartılmıştık hem de yaratılan korku iklimi nedeniyle en sevdiğimiz insanlar dahi bize yaklaşmaya ve aramaya korkar hale gelmişlerdi. Yalıtılmışlık ve yalnızlık duygusu çok hâkimdi. Kendi kurumumuz dahi bizim arkamızda durmuyordu. Düşman bir güç karşısında yapayalnız durumdaydık.

Tutuklandıktan birkaç gün sonra ziyaretime gelen ailemin ulaştırdığı bir haber bir anda bu yalnızlık duygumu yırtıp attı. İskenderun’daki yerel bir gazete olan Söz Gazetesi’nin sahibi ve başyazarı Şehmus Aslan, benim ve diğer askerlerin kumpas düzenlenerek tutuklanmasını protesto ederek, “Ben teslim olmuyorum!” başlıklı bir yazıyı gazetesinde tam sayfa yayımlamıştı ve yazısında da “Bir şeyi daha unuttunuz! O da Kuvay-ı Milliyeci Anadolu Basınını! Mesela: BEN TESLİM OLMUYORUM! MUSTAFA KEMAL gibi düşünüyorum. Var mı ötesi!” diyordu.

Söz Gazetesi herkesin korkudan saklandığı daha o ilk günde oynanan oyunu anlamış ve Kurtuluş Savaşı yıllarındaki gibi okuyucularını aydınlatmaya başlamıştı. Yıllar sonra Şehmus Aslan “Ben teslim olmuyorum!” adını vereceği bir de kitap yayımlayacaktı.

* * *

Bu olayın üzerinden bir buçuk yıl geçti. Ağustos ayının sıcak günlerinin birinde yine Hasdal Askeri Cezaevi’ndeydim. Tutuklananların sayısının yüksekliği nedeniyle koğuşta kıpırdayamaz hale geldiğimiz ve gece solumak için oksijen bulamadığımız Hasdal Askeri Cezaevi’nde…

Herkesin sevdikleriyle birlikte olduğu bir pazar sabahı ben de koğuşta gazetemi okuyordum. Cumhuriyet’in Pazar Eki’nde yüreğimi hoplatan bir yazı gördüm.

“Göcek Körfezi’nden Fethiye Körfezi’ne “Dar Kanal” denilen bir boğazdan geçilerek çıkılıyor.

Bu ad bana, kutsal kitapların bir öğüdünü, Andre Gide’nin de bir kitabına ad olarak seçtiği “dar kapıdan geçiniz..” sözünü anımsattı…

İçeride ya da dışarıda, binlerce, milyonlarca, namuslu, yurtsever insan, bir dar kapıdan geçmekteyiz…

Ama eninde sonunda özgürlüğe ve sonsuzluğa açılacak, bu günkü sıkıntılara neden olanları utanca boğacak bir dar kapıdan…

(…) Hepimizden de uzak olmayan bir gelecekte mavi özgürlüklerde birlikte olacağımız bütün yurtsever dostlarımıza selamlarımızla…”

Göcek’te yaşayan ve bütün zor zamanlarımda yanımda olan dostlarım Göker ve Nezih’in yaşadığımız hukuksuzluğu anlatması sonucunda Ataol Behramoğlu gazeteden bize sesleniyordu. Bu, yazar ve şair Ataol Behramoğlu’nun yüreğinin sevgisini ve mücadele azmini bizlere ilk iletişiydi. Şiirleri her zaman başucumuzda olmuştu ama doğrudan bize selam göndermesinin sıcaklığı asla unutulmayacaktı.

Bu yazının üzerinden de birkaç gün geçti ve kendisine yazdığım bir mektubu Cumhuriyet Gazetesi’ndeki köşesinde yayımlandı. Ataol Bey kendisinin zaten bildiği masumiyetimizi kamuoyuna anlatabilmemiz için köşesini de bizlere açmıştı.

2012’nin bahar ayları geldiğinde Balyoz kumpası artık kamuoyunda daha dikkat çeker hale gelmişti. Ataol Behramoğlu gazeteci, yazar ve sanatçılarla birlikte Silivri’de mahkeme salonundaydı. Jandarmaların izin verdiği bir mesafeden bağıra bağıra kendisi ile konuştuk, yaşadıklarımızı ve ülkemizin içinde olduğu tehlikeyi anlattık. Behramoğlu, duruşma salonundan tutuklu askerler ve yakınlarının büyük alkışlarıyla uğurlandı.

Aynı gün mahkeme salonunda değerli bir gazeteci daha vardı: Gazeteci ve yazar Orhan Bursalı. Bursalı da ilk günden itibaren oynanan oyunu gören ve kamuoyunu korkusuzca bilgilendirmeye çalışan, hepimizin gönüllerinde özel yer edinmiş bir yazardı. O gün kendisi ile de sohbet etme olanağımız oldu. Bursalı gerçekten çok alçakgönüllü bir insandır. Kendisine “Siz çok cesur bir insansınız” dediğimde “Yok, hayır o kadar da değil” diye yanıt vermişti. Ben de “Omuzu kalabalık birçok insanın korkup saklandığı bu ortamda siz çok cesur bir insansınız” diye ısrar edince de gülerek “Bak onda haklısınız” demişti.

Orhan Bursalı bir süre sonra, tarihteki Dreyfus Davası’nı çok iyi bilen Balyoz tutuklukluları arasında, Balyoz’un Emile Zola’sı olarak anılmaya başlayacaktı.

* * *

2012’nin sonbaharında bu sefer Silivri Cezaevi’nde betona gömülmüş durumda nefes almaya çalışıyordum. Hapisteki insan, nefeslerini dışarıdaki insanların sayesinde alır. Nefes, bazen aldığı güzel bir haberdir… Bazen gönderilen bir yün çoraptır… Öptüğü bir yanaktır… Çocuğunun kokusudur…

O gün koğuşun salonunda otururken demir kapının yemek vermek için kullanılan küçük kapağı gürültüyle açıldı. Baktım kitap dağıtımından sorumlu gardiyan gelmiş. Kapıya yanaştım. Memur “Kitaplarınız var” dedi. Kendi kendime “Allah Allah!” dedim “Bugün kitap dağıtım günü değil ki, kim bana kitap göndermiş olabilir?” Memur kitapları uzattı. Baktım üçü de Ataol Behramoğlu’nun kitabı. Memur “Kitabın yazarı göndermiş size” dedi.

Ataol Behramoğlu onca desteği yetmiyormuş gibi hapishane hücreme kitaplarını göndererek nefes almama yardımcı oluyordu.

Behramoğlu öncülük ettiği “Sanatçılar Girişimi” ile de bizlere büyük destek verdi. 2014’te Ergenekon tutukluları serbest kaldıktan sonra da desteğini sürdürdü ve Sanatçılar Girişimi logosunun altına şöyle yazdı “Balyoz kumpası sona ermeli, tutsak yurtseverlerin görevleri ve rütbeleri iade edilmelidir.”

*  *  *

Bu karanlık dönemde doğrunun ve Türk Ulusunun yanında olan gazetecileri ve sanatçıları tek tek anmak bazı isimleri de unutmak riskini taşıyor. Kimseye haksızlık yapmak istemiyorum ama Orhan Bursalı’yı, Ataol Behramoğlu’nu, Ali Sirmen’i, Meriç Velidedeoğlu’nu, Emin Çölaşan’ı, Yılmaz Özdil’i, Müyesser Yıldız’ı, Nihat Genç’i, Bedri Baykam’ı, Ayşenur Arslan’ı, Ümit Zileli’yi, Yavuz Selim Demirağ’ı, Selcan Taşçı’yı, Mustafa Mutlu’yu, Saygı Öztürk’ü, Soner Yalçın’ı, Barış Terkoğlu’nu ve Barış Pehlivan’ı saygı ve minnetle anıyorum.

Hani asla kabul edemediğimiz bir saldırıdan sonra, yitirdiğimiz her güzel insandan sonra haykırırız ya, “Bir ölür, bin doğarız!” diye…

Siz inanır mısınız bilmem, ben bugün bu haykırışın gerçek olduğunu görüyorum. Uğur Mumcu’yu öldürdüler, hepimiz Uğur Mumcu olduk.

Yaşadıklarımdan da esinlenerek bu yazıda örnek olarak verdiğim Şehmus AslanAtaol Behramoğlu ve Orhan Bursalı gibi güzel yürekli insanları izleyen nice genç gazeteci, gelecek aydınlık günlerin umudu olmaya devam edeceklerdir.

Kalemini satan ve gazeteciliğe ihanet eden onlarca dalkavuğa karşın, onlarca, yüzlerce genç gazeteci ve yazar hala Uğur Mumcu’nun izinde ve gerçeklerin peşindeler. Bu genç Uğur Mumcu’lar, Mustafa Kemal Atatürk’ün yolunda aydınlık yarınlara ulaşabilmemiz için gerçekleri yazmaya devam ediyorlar. O nedenle umutsuz olmaya gerek yok.

Ancak, gerçekleri yazan gazetecilere de sahip çıkmamız gerek. Çünkü bir gün, demokrasi ve hukuk dışı uygulamalardan dolayı nefes alamaz duruma gelirseniz, bu gazeteciler nefes almanızı sağlayacaklardır.

Bugünün genç Uğur Mumcu’larını okumalı, başkalarının okumasını da sağlamalı ve her zaman yanlarında olmalıyız.

Sevgiyle kalın.

(*)  Ataol Behramoğlu / 26 Ocak 1993

Bir cevap yazın