Tarihçi ile ozan üstlendikleri toplumsal rol bakımından birbirlerinden ayrılır. Tarihçi olmuş olanları anlatırken, zaman zaman nesnellikten uzaklaşarak öznel anlatımlara yönelir. Tarihçiler, aynı olayı farklı gördüklerinden bir benzerlik ve tutarlılık gösteremezler. Hele bir de bunlar resmi tarihçiler ise, o zaman doğru yorum ve nitelikleri büyüteçle aramamız gerekir.
Ozanlar ise; olabilir olanları anlattıkları için şiiri, tarihten daha felsefi ve üstün kılmaktadırlar. Çünkü şiir hep toplumun genelini, tarih ise toplum ve geçmişteki tekleri anlatır. Bu tekler ve teklerin özneleri, tarihsel süreç içinde, hırs ve arzularını dizginlemeyi becerememiş, kibre yenilmişlerdir. İşte tarihçi bu kabil özneleri anlatırken, kişilik ve ahlak yapısı dışında anlık kahramanlıkları dillendirir. Ozan öyle değildir. Gördüğünü, yaşadığını ve etkilendiğini toplum gözüyle değerlendirir.
Çok yakın tarihimizin gün geçince uzak olacağı bir dönemde, bu yalan tarihin tarihçiler tarafından nasıl değerlendirileceği merak konusu aslında. Tarihin tarihsel gerçekliğinin manipülasyona uğrayıp uğramadığını ileride göreceğiz. Toplumun çimentosunun ana unsuru, hukuk ve adalettir. Hukuk ve adaletin günden güne bir çözülme yaşaması ve bunun hızlanarak devam etmesi, toplumun yargıya olan güven ve sadakatini sıfırlamışa benziyor.
2010 Anayasa referandumunda, yetmez ama evet’çilerin desteklemesi FETÖ terör örgütünün organizasyonuyla Türkiye‘de hukuk, adalet ve yargı gerçek anlamda darbe yemiş, yeniden dizayn edilen talimat hukukuyla, devletin kozmik odasına girilmiş, Atatürkçü ve vatansever subaylarla, sanatçı ve bilim insanları sözde Ergenekon terör örgütüyle ilişkilendirilmiş, büyük bir tasfiye başlatılmıştır. Yargıdaki kozmik çözülme, o tarihte başlamış, günümüze kadar artarak devam etmiştir. Hukukun üstünlüğü yerini talimat hukukuna bırakmış, telafisi olmayan adaletsizlikler bu ülkede nice ocakların sönmesine neden olmuştur.
Yaratılan mağduriyetler, çalınan haklar, süre gelen adaletsizlikler, siyasi tarihin keyifli konuları olmuştur. Oysa bu çarpık, çökük, hukuksuz ve etik dışı yargı sistemi içinde ortaya çıkan mağdurlar, hukuksuzluk ve adaletsizliğin yarattığı koyu karanlık zamanlara nasıl direnebilecekler? Haksızlığa nasıl karşı çıkabilecekler? Çaresizliği nasıl yok edebilecekler? İşte Türkiye‘nin yargı sisteminin ortaya koyduğu içler acısı manzara… İster yüksek yargı olsun, ister yerel, vicdan, ahlak ve hukukla oluşmayan hiçbir adalet hükmü toplum vicdanında karşılık bulamayacaktır. Yüksek seçim kurulunun en son vermiş olduğu, tam hukuksuz karar, tarihçiler tarafından tarihe acaba nasıl not düşülecektir? Ancak bu talimat hukuku kararı, vicdan, merhamet ve adalet duygusunun, önce yargıçlarda öldüğünü ortaya koymuştur. İstanbul büyük şehir belediye başkanlığı seçiminin iptalini, kimse hiçbir hukuk, adalet ve ahlak ilkesiyle ve anlayışıyla açıklayamaz. Aynı sandık kurullarının gerçekleştirdiği bir seçimde, aynı zarftan çıkan dört pusulanın üçünün doğru, birinin yanlış olduğu tezini herhangi bir hukuk, ahlak, vicdan, adalet ve din hükmüyle bağdaştırıp gerekçe uyduramaz, bunlara çocuklar bile inanmaz.
Ortada taammüden saldırıya uğramış bir hukuk varken, hiç olmazsa ahlak ve vicdanı bir kenara koymayalım. YSK‘nın bu ölü doğmuş kararı, tümel ile tikelin çatışmasıydı. Yani tarihçinin bakışı, ozanın çabasına zorla üstün getirildi. Ancak bu toprakların ozanları, yanık türkülerle, toplumun derinden gelen isyanıyla, yazacakları şiirlerle, her şeyi çok güzel kılacaklar. Kendini öldüren yargı ve adalet sistemi, toplumun derin isyanı, sessiz çığlığı, rasyonel aklı ve organize dayanışmasıyla yeniden ayağa kalkacaktır. Haziran ve İstanbul bunu böyle beklemektedir. Şimdi söz ozanlarda umut ve güzellik, onların şiirlerinde anlam bulurken, hukuk, yargı ve adalet mutlaka toplumu dinleyecektir.