Sessiz bir çığlıktır duyulamayan yalnızlık, mahzun ve hüzünlü bir yazgı; Kentlerin geleceği… Büyürken küçülen, gelişirken gerileyen, yönetilirken yönetilemeyen, kendini, geleceğini, paradigmasını arayan kentlerimiz… Doğaya rağmen plansız, projesiz, sevgisiz ve sevimsiz yapılaşmanın sunduğu olağanüstü rant pazarı ve bu ahlaksız pazardan beslenen kent elitleri… Doğayla barışık, çevreyle uyumlu, kentin öz tarihini, coğrafyasını, kültürünü ve mimarisini öne çıkarıp, gelişen ve değişen kent konsepti yerine, günü birlik, rant sunumlu, doğa tahribatlı ve çevre sorunlu, arabesk mimari, tarih ve kültüründen kopuk kent gelişimleri Türkiye‘nin gelecekteki en büyük sorunları olarak karşımıza çıkacaktır. Öteden beri ülkede, kentlerin kendi içinde yaşadıkları iç göç ve kentler arası dış göç sorunu, bu güne kadar akılcı, bilimsel, ahlaki ve hukuki ölçüler içerisinde yönetilememiş, kentler kaderlerine terk edilerek, kederli kentler adeta yığılmıştır. Büyük kentleri etkileyen göç dalgası, bu kentlerde hazine arazilerinin talanına neden olurken, yatay gecekondulaşma, siyasi ve sosyal bir patoloji olarak ülke gündeminde yerini almıştır. Merkezi hükümetler, yerel yönetimlerle işbirliğine gidip göçü yerinde önlemenin yol ve yöntemini arama yerine, talan edilen hazine arazileri üzerinde mantar gibi biten gecekondulara, her seçim öncesi imar affı getirerek tapu dağıtılmış, bu haksız, hukuksuz, adaletsiz uygulamalar cesaret yaratarak, yeni talanların uygulanmasına zemin hazırlamıştır. Orman içlerine kent elitleri için villa yapma ve imara açma, kendi coğrafyasına uygun bitki ve hayvan habitatını hiçe sayarak, bunların altındaki madenlerin işletilmesini bir avuç rantiyeciye vererek, doğaya ve çevreye meydan okuyan, herhangi sıradan bir yatırım için hiç düşünülmeden sayısız ağaç kesmeye izin verenlerin, kentlere, kent kimliği kazandırmadaki başarılarını, poşet ücreti üzerinden değerlendirilmesi kent hukuku açısından daha doğru bir yaklaşım olacaktır.
Bugün başta İstanbul olmak üzere birçok büyük kent’te tıkanan trafiğin kentin soluk almasını güçleştirdiğini biliyoruz. Hesapsız, kitapsız göçün yarattıkları artarak devam ederken, İstanbul ve benzer şehirler dişli müteahhitlere, ucube, sevimsiz ve dikine gecekondu yapılması için adeta sunulmuştur. Betonlaşan bu kentlerin yeşil alanları küçülmüş, sevimsiz, saygısız bu dikine yapılar, kentlerin öz kimliklerine, tarihlerine, kültür ve mimari dokusuna meydan okumuştur. Kentlerin sosyo-politik gelişim süreçlerinde; hiç kuşkusuz kent hukuku, kent kimliği, kent etiği, kent estetiği, kent güvenliği ve kent gelirinin adaletli dağılımı gibi temel parametreleri acaba demokrasinin okulları olan yerel yönetimlerin hangisinde tam olarak uygulanmaktadır? Şimdiye kadar canına okunan kentlerin beka sorunu hiç tartışılmazken, ‘Önümüzdeki yerel seçimlerde bu antitezin seçim gündemini meşgul etmesi neyin bekası?’ sorusunu akıllara getirmektedir.
Ülkenin tüm ekonomik ve katma değerini inşaat sektörüne sunarak, kent gelişimlerini sağlamaya çalışmak, doğaya ve çevreye aykırı rantsal bölüşüm ekseninde gelişmiş, kent güvenliği, huzuru, sakinliği dışarıda bırakılmıştır. Kentler yalnızlaştırılmış ve susturulmuş, tarihinden, coğrafyasından, kültüründen ve mimarisinden izole edilmiştir. Durum böyle olunca da dünyada yaşanılabilir kentler endeksinde ülkemizden kentler aramak beyhude çaba olmuştur. En azından bundan böyle kentlerin her türlü sosyo-ekonomik ve politik gelişmelerinde söz hakkı kent sakinlerine verilmeli, kent imar planları mutlaka mimarlar odası, kent etik kurulu, doğa koruma kurulu, barolar birliği gibi geniş tabanlı ortak bir uzlaşma kuruluna bırakılmalıdır. Şimdi bizler canlarına okunan kentlere belediye başkanı seçeceğiz, bunun için hiç olmazsa adayların ranta dayanmayan doğacı, çevreci ve güven telkin edici ve inandırıcı, projelerini akıl süzgecinden geçirerek karar vermeliyiz. Genel başkanların söylem ve demeçlerine göre değil, çünkü kentler ancak insanıyla güzel ve mutludur.