13 Ekim 2005 tarihinde Avrupa Birliği ile Türkiye arasında tam üyelik müzakerelerinin başlaması nedeniyle, ülkede bir bayram havası estirilmiş, dönemin iktidar yetkilileri ağızlarından bal damlarcasına bu konuyu anlatmışlardı. Doğrusu Türkiye’nin Cumhuriyet tarihi boyunca elde ettiği demokrasi, hukukun üstünlüğü, temel hak ve hürriyetler konusunda bir çağdaşlaşma projesi olan Avrupa Birliği tam üyelik perspektifi herkese mutlu ve umutlu kılmıştı. Ancak bir şey unutulmuştu. Daha önceleri eğitim alanında bir çağdaşlaşma projesi olan Köy Enstitüleri nasıl oy uğruna heba edilmişken Türkiye’nin geleceğinin de heba edildiği gerçeği kimsenin umurunda olmadı.
2005’te başlayan tam üyelik müzakereleri dönemin hükümetinin özellikle temel hak ve hürriyetler konusundaki yaklaşımıyla desteklenmiş, açılan Fasıllar hızla müzakere edilmeye başlanmıştır. Ancak özellikle 2010 yılında hukuk ve yargı alanını kapsayan Anayasa referandumundan sonra yargının; yürütmenin kontrol ve denetimine girmesi, hukuk güvencesinin sekteye uğraması, adaletin eşit, adil, tarafsız ve hızlı bir şekilde dağıtılamaması, Avrupa Birliğiyle Türkiye arasında iplerin yavaş yavaş gerilmesine neden olmuş 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında ilan edilen Olağanüstü Hal Rejimi ile birlikte üyelik müzakereleri dondurulmuştur. İşlerin iyi ve rayında gittiğinde verilen demeçlerle, iplerin gerilmesinde verilen demeçler arasındaki derin çelişkiler iç politikaya yönelik hamleler olarak değerlendirilmiştir.
Avrupa Birliği’nin temel organlarından olan Avrupa Parlamentosu, Türkiye’nin Avrupa Birliği’yle yürüttüğü ve şu anda dondurulmuş olan tam üyelik müzakerelerinin askıya alınması yönündeki raporu oy çokluğuyla kabul ederken bu haber Türkiye’nin üslupsuz ve ölçüsüz seçim propaganda ve kampanyaları arasında kayıp olup gitmiştir. Gerçi Avrupa Parlamentosu’nun kararı bir tavsiye niteliğinde olup, bağlayıcı değildir. Ama buna rağmen raporda dikkat çeken hususlar bugün gerçekten siyasetin çözmesi gereken sorunlardır. Avrupa Parlamentosu kısaca Venedik Komisyonu olarak bilinen “Avrupa hukuk yoluyla Demokrasi” komisyonunun yürürlükteki partili Cumhurbaşkanlığı rejiminin kuvvetler ayrılığı ilkesiyle bağdaşmadığını, bunun da; 22 Haziran 1993 tarihli Kopenhag Kriterleri olarak bilinen; “Ülkede demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan haklarına ve azınlık haklarına saygıyı teminat altına alan istikrarlı kurumların varlığı” siyasi kıstasına ters düştüğü, böylece Türkiye’nin Kopenhag Kriterlerini karşılama yeterliliğini kayıp ettiğini vurgulamıştır.
Konuya içerden baktığımızda özellikle temel hak ve hürriyetler konusunda, ülkenin son yıllarda irtifa kayıp ettiğini, görsel ve yazılı medyanın bağımsızlığını yitirdiğini, halkın doğru ve güvenilir haber alma kaynaklarının tekelleştiği ve taraf haline geldiği gerçeği, basın özgürlüğü sorununun gündem de geniş ve anlamlı bir yer kapladığını görürüz. Bunun yanı sıra oy devşirme uğruna kullanılan ayrıştırıcı ve ötekileştirici dil ve üslup temel hak ve hürriyetlerin kullanılması alanını oldukça daraltmıştır. Eleştiri ve hoşgörü kültürü adeta budanmıştır.
Birleştirici, uzlaştırıcı, yapıcı bir siyaset dili oluşturulmamış, hukuk ve yargı güvencesi tartışılır noktaya taşınmıştır. Yasama organı KHK’lar ve Kararnamelerin karşısında işlevsiz kalmış, yasa yapma tekniği torbaya doldurulmuştur. İşte Köy Enstitülerinde olduğu gibi, Avrupa Birliği tam üyelik müzakereleri de, siyasilerin oy uğruna hasıraltı ettikleri, çağdaşlaşmama projeleri olarak tarihin kıyısında köşesinde kendilerine yer bulacaktır.
Avrupa Birliği peki şart mı? O kadar önemli değil, hani Şangay beşlisi vardı ya, belki bizimle altılı olur…Her şeyin hayırlısı, ama kayıp eden hep Türkiye ve demokrasimiz. Belki bir gün anlarız…
2005’te başlayan tam üyelik müzakereleri dönemin hükümetinin özellikle temel hak ve hürriyetler konusundaki yaklaşımıyla desteklenmiş, açılan Fasıllar hızla müzakere edilmeye başlanmıştır. Ancak özellikle 2010 yılında hukuk ve yargı alanını kapsayan Anayasa referandumundan sonra yargının; yürütmenin kontrol ve denetimine girmesi, hukuk güvencesinin sekteye uğraması, adaletin eşit, adil, tarafsız ve hızlı bir şekilde dağıtılamaması, Avrupa Birliğiyle Türkiye arasında iplerin yavaş yavaş gerilmesine neden olmuş 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında ilan edilen Olağanüstü Hal Rejimi ile birlikte üyelik müzakereleri dondurulmuştur. İşlerin iyi ve rayında gittiğinde verilen demeçlerle, iplerin gerilmesinde verilen demeçler arasındaki derin çelişkiler iç politikaya yönelik hamleler olarak değerlendirilmiştir.
Avrupa Birliği’nin temel organlarından olan Avrupa Parlamentosu, Türkiye’nin Avrupa Birliği’yle yürüttüğü ve şu anda dondurulmuş olan tam üyelik müzakerelerinin askıya alınması yönündeki raporu oy çokluğuyla kabul ederken bu haber Türkiye’nin üslupsuz ve ölçüsüz seçim propaganda ve kampanyaları arasında kayıp olup gitmiştir. Gerçi Avrupa Parlamentosu’nun kararı bir tavsiye niteliğinde olup, bağlayıcı değildir. Ama buna rağmen raporda dikkat çeken hususlar bugün gerçekten siyasetin çözmesi gereken sorunlardır. Avrupa Parlamentosu kısaca Venedik Komisyonu olarak bilinen “Avrupa hukuk yoluyla Demokrasi” komisyonunun yürürlükteki partili Cumhurbaşkanlığı rejiminin kuvvetler ayrılığı ilkesiyle bağdaşmadığını, bunun da; 22 Haziran 1993 tarihli Kopenhag Kriterleri olarak bilinen; “Ülkede demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan haklarına ve azınlık haklarına saygıyı teminat altına alan istikrarlı kurumların varlığı” siyasi kıstasına ters düştüğü, böylece Türkiye’nin Kopenhag Kriterlerini karşılama yeterliliğini kayıp ettiğini vurgulamıştır.
Konuya içerden baktığımızda özellikle temel hak ve hürriyetler konusunda, ülkenin son yıllarda irtifa kayıp ettiğini, görsel ve yazılı medyanın bağımsızlığını yitirdiğini, halkın doğru ve güvenilir haber alma kaynaklarının tekelleştiği ve taraf haline geldiği gerçeği, basın özgürlüğü sorununun gündem de geniş ve anlamlı bir yer kapladığını görürüz. Bunun yanı sıra oy devşirme uğruna kullanılan ayrıştırıcı ve ötekileştirici dil ve üslup temel hak ve hürriyetlerin kullanılması alanını oldukça daraltmıştır. Eleştiri ve hoşgörü kültürü adeta budanmıştır.
Birleştirici, uzlaştırıcı, yapıcı bir siyaset dili oluşturulmamış, hukuk ve yargı güvencesi tartışılır noktaya taşınmıştır. Yasama organı KHK’lar ve Kararnamelerin karşısında işlevsiz kalmış, yasa yapma tekniği torbaya doldurulmuştur. İşte Köy Enstitülerinde olduğu gibi, Avrupa Birliği tam üyelik müzakereleri de, siyasilerin oy uğruna hasıraltı ettikleri, çağdaşlaşmama projeleri olarak tarihin kıyısında köşesinde kendilerine yer bulacaktır.
Avrupa Birliği peki şart mı? O kadar önemli değil, hani Şangay beşlisi vardı ya, belki bizimle altılı olur…Her şeyin hayırlısı, ama kayıp eden hep Türkiye ve demokrasimiz. Belki bir gün anlarız…