Kendi varoluş nedenlerinin tarihsel niteliği içinde, tarihsel ve siyasal yasalara uymayan bir siyaset; epey bir zamandır siyasete yön verebilmektedir. Devletin ve o arada yönetimin ortaya çıkmasının neden ve sonucu olan, Anayasa metinleri; demokrasi evrimini erken yaşlarda yaşamamış bizim gibi ülkelerde, bu geç kalmışlığın getirdiği aforizmalarla şekillenmeye başlanmıştır. 1921 ve 1924 Anayasaları kurucu iradenin henüz filizlenmiş Cumhuriyetini koruma ve kollamaya yönelmişken, 1961 Anayasası askeri darbe kalıntıları arasında hazırlanan, insan hak ve hürriyetlerine dayanan, özgürlükçü, gelişime açık ve demokratik zeminin konforunu taşımaktaydı. Ancak bu anayasa 12 Mart 1971 ara rejim döneminde haksız, hukuksuz ve eşitsiz saldırılara uğramış, savunmasız Anayasa tağyir, tebdil ve ilgaya ta o dönemlerde uğramıştır.
68 kuşağının M. Kemal’in izinde tam bağımsız Türkiye ideali ile yola çıkması, emperyalizme karşı onurlu direnişi, bizzat kendileri tarafından tağyir, tebdil ve ilga edilen anayasal suçları bu özgürlükçü ve devrimci kuşağa yıkılmış, henüz yaşamlarının baharında, ülke sevdalısı devrimciler, faşist sıkıyönetim mahkemelerince idama mahkum edilmişlerdir. Ülke; bu üretken, özgürlükçü, devrimci ve vatan sevdalısı gençlerine sahip çıkamamış, tağyir, tebdil ve ilga edilen anayasa ve eden sıkıyönetim mahkemeleri ve sağ zihniyet, bu gençler üzerinden siyaset yapmaya devam etmişlerdir. Birçok değişikliğe bu dönemde maruz kalan 61 Anayasası, eğretileşmiş ve sanki 12 Eylül askeri darbesine zemin hazırlamıştır.
82 Anayasası, aldı kaçtı zihniyetinin, darbe faillerinin zihniyetiyle örtüşmüş, ortaya maddeler içinde boğulmuş, temel hak ve hürriyetleri kısıtlayan, kendinden sonraki tüm yasalara gölgesi sirayet etmiş bir anayasa çıkmıştır. Türk toplumu dışsal ve içsel dinamiklerle hızla gelişmiş, darbe zihniyeti anayasasının kalıplarına sığmaz duruma gelmiştir. Anayasa o tarihten itibaren dönemin başbakanının “Anayasayı bir seferlik ihlal etmekle bir şey olmaz” söylemi doğrultusunda anayasa delinmeye başlanmış, siyasi etik ve ahlak ta o dönemde onarılmaz yaralar almıştır. Türk toplumunun düşlerini süsleyen toplumsal uzlaşı çerçevesinde yeni bir anayasa yapma yerine iktidara gelen her parti kendi hukukunu oluşturmuş ve menfaatleri doğrultusunda anayasada köklü değişiklikler yapmışlardır. 12 Mart ara rejimi döneminde askeri hakimin köylü yurttaşımıza sorduğu ‘Söyle bakalım; anayasayı sen mi tağyir, tebdil ve ilga ettin?” sorusuna karşın saf ve dürüst vatandaşımızın verdiği cevapta “Anayasayı ben tangur tungur etmedim. Etse etse sizin şehirliler etmiştir” metaforu bu gün gelinen noktanın tıpa tıp aynısıdır.
Tangur tungur edilen bir anayasada, Meclis başkanının belediye başkan adayı olmasından dolayı, istifa edip etmeyeceği tartışmaları ne doğuracaktır? Çünkü yüksek seçim kurulunun mühürsüz oyları geçerli saymasından, bu kurul üyelerinin görev sürelerinin bir yıl uzatılmasına, KHK‘ların Anayasa mahkemesinde iptal edilmemesine, seçim kampanyaları boyunca, tarafsız olması gereken milletin radyo ve televizyonunun güdümlü hale getirilmesine kadar onlarca örnek anayasanın nasılda ihlal edildiğinin açık göstergeleridir. Bu gün hala askeri darbe anayasası, seçim ve siyasi partiler kanunu gibi pek çok alanda kısıtlı ve sınırlı bir demokrasi atılımı; pratikte siyaset etiği dışı, hukuksuz ve adaletsiz kavramlar arasında kayıp olup gidiyorsa, anayasanın 94. Maddesinden önce, siyasi etik, akılcı ve bilimsel siyaset ve çözümleyici hukukun devreye girmesi gerekmez miydi? Siyasi aktörlerin toplumsal tabanda birlikteliği sağlamak için, kendi toplumsal bakış açıları içinde, siyasi etik kurallarını kendiliğinden uygulamaları, gergin olan toplumsal zeminde olumluluk yaratacaktır. Zira tarih ve etik her şeyi kayıt altına almaktadır.