Son haftalarda ABD’siz günümüz geçmez oldu. Tv kanallarında ve basınımızda ABD Başkanı Trump’ın adının geçmediği gün yok gibi. Adam seçilmeden önce başlayan ‘hayatımızın her anına girme’ alışkanlığını arttırdı. Türkiye’nin meseleleri üzerine sohbetlerin başköşesine Trump yerleşti! Bari iyi bir şekilde yerleşseydi, ne gezer. Adam giderek daha da artan bir ivmeyle sinir uçlarımızı tahrip etmeye, Türkiye’ye anlaşılmaz haksızlıkları yapmaya devam ediyor. Şu anda iki bakanımıza uygulattığı akıl almaz yaptırım, F-35 uçaklarının tesliminin geciktirilmesi gibi uçarılıkları, deyim yerindeyse tepemizi attıracak hale getirdi.
Bu arada FETÖ’ye yardım ve yataklığı alenen görülürken ve istendiği halde verilmez iken, Suriye’de de Türkiye’yi oyalamaya devam ediyor. Hele Reza Zarrab davasında Halk Bankası Genel Müdür Yardımcısı Hakan Atilla’yı yargılamaları ve hapis cezasına çarptırmaları unutulacak gibi değil.
ABD ve Trump’ın özellikle İzmir’de yargılanan Protestan Rahip Brunson’ın serbest bırakılmamasına büyük tepki verdiği görülüyor. Gerçekte Brunson’ın kim olduğu tam olarak açıklanabilmiş değil. Savcılığın iddiasına göre FETÖ’cülerle haşır neşir olduğu gibi, PKK terör örgütüyle de pek samimiymiş. Acaba gerçekten de böyle mi?
Doğruyu söylemek gerekirse, Türkiye’nin ‘Yargı’ konusunda çok yakınlarda gerçekleşen Balyoz, Ergenekon, Casusluk davası gibi kumpas davaları sebebiyle sicili pek de temiz sayılamaz.
Bir de Alman vatandaşı, DieWelt gazetesi Türkiye Muhabiri Deniz Yücel olayı var. Türkiye uzun süre tutuklu olarak yargıladığı Yücel’i bir süre sonra tutuksuz yargılamak üzere serbest bırakmıştı. Bu olayda da anlaşılmayan ve ‘Acaba Yargı’ya müdahale var mı?’ dedirten bilinmezlikler olduğu açık.
Rahip Brunson’dan söz açılmışken, bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ABD’ye basın yoluyla yaptığı çağrıda ‘Ver papazı, al papazı!’ ifadesi, diplomasi diline uygun olmadığı gibi, Türkiye’de yönetimlerin Yargı’ya müdahale konusundaki kuşkuları da arttırabilecek bir ifadedir.
Papaz Brunson’la takası düşünülen ‘papaz’ da mütekabiliyet açısından farklıdır. Rahip Brunson, FETÖ elebaşısı Gülen gibi ABD tarafından ‘terörist ve darbeci’ olduğu için aranan biri değildir. Brunson’ın takas edilebileceği kişi, şu an itibariyle Halk Bankası Genel Müdür Yardımcısı Hakan Atilla olabilirdi. Bu özel durumun Cumhurbaşkanlığı Hükümet sistemindeki hukukçular ve diplomatlar tarafından bilinmemesi mümkün değildir. O halde neden böyle hareket edilmiştir? İnşallah eyyamcı yanlışlığı yapılmıyordur. Bürokratlar, devleti yönetenlere hoşlarına gidecek şeyler yerine gerçekleri söylemekle yükümlüdürler:
Öte yandan bu ABD ile geçmişte de çok gerilimler yaşadığımız unutulmamalı. Kıbrıs konusunda rahmetli İnönü’nün 1964’te ABD Başkanı Johnson’la yaşadıkları, Kıbrıs Barış Harekâtı sonrası ve hele de 1976’da haşhaş ekimine son vermedik diye Bülent Ecevit hükümetine uygulanan silah ambargoları bir çırpıda aklımıza gelenlerdir.
Bu arada DP iktidarı döneminde Menderes Hükümeti de ABD’den dirsek yeme bahtsızlığını yaşamıştı. Hatta başlangıçta ‘Morrison’ yakıştırması yapılan Demirel bile ABD’den dirsek yediğinde soğuk savaşın en civcivli döneminde Sovyetlerle akaryakıt rafinerisi ve demir-çelik fabrikası kurmak üzere anlaşmalar yapmıştı.
Son Söz: Son zamanlarda Türkiye’ye karşı hoşa gitmeyen davranışlarda bulunan ülkelere karşı Cumhurbaşkanı Erdoğan dâhil, iktidarın çıkışları bazı sonradan görme ‘Dış Politika Yorumcuları’ tarafından ‘Türkiye artık parmak sallanacak ülke değil!’ diye yorumlandı. Bunlar, yukarıda özetlediğim olayların kahramanlarına hakaret demektir. Türkiye’ye daha önce de ABD de dâhil kimse parmak sallayamadı. Diplomasi ise çok mahirane kullanıldı! Bugünkü gerilimden zararı Türk ekonomisi görüyor. Popülizm yerine gene diplomasi lütfen!