Kalkınma iktisadı ve makro ekonomik göstergeler açısından ülke ekonomisinin kendini yeniden bir silkelemesi, özüne dönmesi ve üretime yönelik olması artık kaçınılmazdır. Özellikle 12 Eylül 1980 sonrası alınan ekonomik kararlar sürdürülebilir özelliğini yitirdiği için, 90’lı yılların sonunda derin ekonomik krizler yaşanmıştır. Ekonominin yumuşak karnı sayılan kayıt dışının kayıt altına alınamaması, cari açığın yükselmesinin önlenememesi, döviz iniş ve çıkışlarında istikrarlı dengenin tutturulamaması, vergi sisteminin adil ve eşit bir hukuki dayanağının sağlanamaması, kalkınmada öncelikli yöreler, bölgeler ve iller bazında kalkınma projelerine ağırlık ve önem verilememesi, kamu ekonomik yatırımlarının ülke düzeyinde dengeli ve yöre özelliklerine göre planlanamaması, dış satım ve alım arasındaki farkın ve makasın açılması, tarım-sanayi ve hizmet sektörleri arasında, ülke coğrafyası ve özelliklerine göre, yatırım planlamasının rasyonel değerler altında kalması, tarım ve hayvancılıkta izlenen yanlış politikalar, Türk tarımının alamet-i farikası olan tekel, süt endüstrisi kurumu, et ve balık kurumu, kağıt sanayinin lideri Seka ve benzeri kurum ve kuruluşların gelecek planlaması yapılmadan özelleştirilmesi, son yıllarda da müttehitlik ve inşaat sektörleriyle kalkınma modelinin öne çıkarılması ekonominin kendi içinde krizler yaşamasına neden olmuştur. Olağanüstü hal uygulaması nedeniyle derin ekonomik krizler yaşayan firmalar iflas ve tasfiyelerini açıklayamamaktadır. Öteden beri ekonomik dinamiklerini üretken yatırımlara yönlendiremeyen Türkiye, ülke içi siyaset ve gerginliklerden dolayı yabancı sermayeyi de yeterince çekememekte, zaten düşük olan tasarruf alışkanlığı yeterli sermaye oluşumunu engellemektedir. Kendi çapında tasarruf yapanlar ise genellikle altına teveccüh gösterip, yastık altı üretim dışı sermayeye katkı sunmaktadırlar. Ekonominin birleşik kabılar teorisine göre, kendi iç yasaların, dışarıdan belirleyici müdahaleler, ekonomik kırılganlığı getirmiş, ekonomik sistemin denetleyicisi ve düzenleyicisi bir çok kurum, ekonomi işleyişini seyirci konumunda izlemekte, oyuncu olarak oyuna girmeyi tercih etmemektedirler.
Böyle olduğu içindir ki; ülkede 80’li yılların banker olayları kılık değiştirerek, Çiftlik-bank, süt-bank ve benzeri dolandırıcılık şirketlerine dönüşmüş, vatandaşın canı yandıktan sonra, ekonomi yönetimi konuşmaya başlamıştır. Tasarruf yapanlar emeksiz ve haksız kazancın peşinden koşarken, birikimlerini sorgusuz sualsiz bu paravan şirketlere kaptırabilmektedirler. Devletin vatandaşı tasarrufa yöneltecek ve tasarruflarını rasyonel aklın üretimine göre yönlendirecek bir politikası ve teşvik sistemi olmadığından, dünün bankerleri, bugünün çiftlik bank ve benzerleri yarının başka biçimlerdeki dolandırıcıları olacaklardır.
Ekonominin hızlı değişen ve gelişen koşullara olumlu reaksiyon verebilmesi için, maliye ve para politikaları, ekonominin ihtiyaçları doğrultusunda güncellenmeli, faiz, enflasyon, döviz hareketleri, tasarruf, yatırım üretim üçgeni içinde ıslah ve rehabilite edilmelidir. Türkiye’nin son yıllarda yap-işlet devret modeliyle yaptırdığı yada yaptıracağı büyük ekonomik yatırımlar, girişimci firmalara hazine garantili avantajlar sağlamış bu firmaların sözleşmelere koydurdukları şartlar nedeniyle, devredecekleri süreye kadar hazineden garanti alacaklardır. Köprüler, Avrasya Tüneli Çanakkale asma köprüsü, bu bağlamda değerlendirildiğinde, şeker fabrikalarının neden özelleştirildiğini anlamak çok zorlaşmaktadır.
Bir taraftan sosyal ve ekonomik faydasının tartışmasız çok önemli olan şeker sanayinin gözden çıkarılması, diğer taraftan garanti edilen araç sayılarının adı geçen büyük yatırımlardan geçmemesi karşılığında hazineden ödenen miktar…
Acaba özelleştirilecek olan 14 şeker fabrikasının bir yıllık zararından daha mı az olacak?
Bir taraftan 1500 köyü ilgilendiren pancar ekimi, binlerce çalışan sayısı, şeker fabrikalarının bulunduğu il ve bölgelerin sosyo-ekonomik durumu, diğer taraftan garanti edilen araç sayısının tutturulamaması halinde, hazineden ödenecek miktar…
Diğer taraftan ise toprağa gömülen demir ve beton…
Türkiye bu paradokslarla acaba nereye kadar sürdürebilecektir?
Çözüm ortak akılda yatmaktadır. Üretebildiğimiz kadar tüketim, yüksek tasarruf alışkanlığı, denk bütçe, üretken ve verimli yatırımlar, adil bir vergi sistemi…
Sonuç kalkınan Türkiye olacaktır.