Türk siyasi tarihinde ikiyüz yıllık bir demokrasi kavgası vardır. Demokrasiyi gerektiren temel kurum ve ilkeler benimsenmeden, sadece biçimsel kurallar ile sınırlı bir demokrasi arayışı, maalesef çağdaş demokrasi adıyla savunulmaktadır. Bu dün de böyleydi, bugün ise önüne sıfatlar eklenerek yapılmaktadır. İleri demokrasi ya da yeni Türkiye gibi…
Aslında demokrasiyi hukuk, adalet ve ahlak anlayışından ayrı düşünmek, demokrasiyi hiç düşünmemek anlamındadır. Çünkü hukuk devleti; yurttaşın insanca yaşamını temel amaç bilen, insanı devletin en kutsal varlığı olarak benimseyen hukuk düzeninin adıdır. Bizde ki demokrasi anlayışı, iktidara göre biçimlenen, oy uğruna demokrasinin temel bileşenlerinden vaz geçilen güdük ve şekli demokrasiden öteye geçmemektedir. Demokrasilerde asıl unsur, muhalefetin siyaset yapma derinliği ve genişliğini artırmaktır. Yani adalet dağıtmaktır. Özellikle iktidarda kalma yönüyle çıkartılan her yasayı, kendine doğru yontar isen, genel propaganda aracı olan tarafsız ve özgür medyayı hizaya getirirseniz demokrasiyi sekteye uğratmış olursunuz. Çünkü siyaset yarışı, eşit ve aynı koşullarda yarışmayı gerektirir.
Diğer önemli bir husus ise devlet mekanizmasıyla iç içe geçmiş veya kaynaşmış tarikat ve cemaatlerin siyasetteki ağırlıklarıdır. Dün Fetö örgütü bunu gerçekleştirirken, bugün değişik tarikat ve cemaatlerin devlet aygıtına konumlanma yarışı hızla devam etmektedir. Aslında Ortadoğu coğrafyasına sıkışıp kalmış bir ülke konumundaki Türkiye, demokrasi, insan hakları, medya özgürlüğü, bilimsel ve teknolojik atılımlarıyla dünyaya örnek olma gibi bir sorumluluğu ve zorunluluğu taşımasına rağmen, eğitiminden, ekonomik altyapısına, insan hak ve hürriyetlerinden, kadın cinayetlerine ve çocuk istismarından adaletsiz adalet dağılımına kadar bir çok konuda tartışmanın odağında olmaktadır.
Temel ahlak felsefesi üzerine indirilmiş yüce dinimiz; her gün onlarca kara din adamının, çapsız, yersiz, bilgisiz ve kışkırtmaya yönelik kadın ve çocuk bedeni üzerinden yaptıkları söylemlerle, yüce dinimize zarar vermekte, kabile Afrika’sındaki ilkel görüntüler, Türk toplumuna enjekte edilmektedir. Allaha ulaşma yolu olan tarikat ve cemaatler, Türkiye’de adeta iktidara ulaşma yolu olarak görülmüş, tarikat ve cemaatler, uhrevi ve ulvi amaçlarından soyutlanarak, dünyevi ve siyasi amaçlar doğrultusunda örgütlenmeye başlamışlardır. Oysa bilinmelidir ki, İslam dini her şeyden önce bir akıl ve mantık dinidir. Rahmetli Ecevit ‘in dediği gibi” Allaha sarıkla değil, yürekle ulaşılır” İslamiyet’te bir ruhban sınıfı yoktur. Herkes kendi iradesiyle inancını yerine getirir. Bunun için birilerinin günümüzde olduğu gibi, çıkıp özellikle kadın ve çocuk bedeni üzerinden dini argümanlarla, söylemlerde bulunmanın gereği yoktur.
İslam Alimi: kalbi ve gönlü ışıkla dolmuş, içinin temizliği ve güzelliği, bilgisi ve donanımıyla birleşip, yüzüne yansımış, çeşitli konularda insanları kırıcı ve incitici davranışlardan özenle kaçınan kişidir. Çünkü, Türk ‘ün İslam anlayışında incitme yoktur. Durumun böyle olmasına rağmen, kerametleri kendiliğinden menkul bir takım din adamı yedeklerinin, toplumun dokusunu bozmaya yönelmelerine hakları yoktur. Demek ki, hukuk devleti kavramı, İslam ahlakı ve vicdani adalet işletilmemektedir. İktidarda olma, strateji yapma yerini, taktiğe bırakır. Siyaset terminolojisi, etiği ve felsefesi açısından, son derece yanlış olan taktiksel anlayış, kamusal alanda boşluklar yaratmakta, bu boşluklarda iktidar ve siyasete evrilen tarikat ve cemaatlerle doldurulmaktadır. Türkiye’nin yeniden 15 Temmuz gibi hain bir darbe veya benzeri durumlarla karşılaşmaması için, demokratik ve hukuk normları gereği tüm önlemleri alması kaçınılmazdır. Bu ancak çağdaş, çoğulcu, katılımcı, insan hak ve hürriyetlerine dayanan özgürlükçü ve eşitlikçi bir demokrasi tesisiyle mümkün olacaktır. İşte o zaman, gerçek din adamları ve bilginleri meşru zeminlerinde görüş bildirebileceklerdir.