2017 yılı ikinci Yüksek İstişare Konseyi Toplantısı’nda yaptığı konuşmayla gündeme damga vuran Hatay’lı işadamı ve TÜSİAD Başkanı Erol Bilecik’in Türkiye gündemi ve ekonomisine dair değerlendirmesinin bugünkü ikinci bölümünde ekonomik kalkınmadan, terör olaylarına, enflasyondan, komşularımızla ilişkilerimize, kadınlardan gençlere, 2018 yılı beklentilerinden hayalini kuruduğu Türkiye’ye kadar birçok başlık bulacaksınız.
Ülkede, “faizin seviyesi, doların ateşinin” değil, geleceğinin tartışılması gerektiğini; adaletin kuvvetli, kuvvetlilerin de adaletli olması gerektiğini belirten ve Türkiye’nin kesinlikle yeni bir ekonomik kalkınma öyküsüne ihtiyacı olduğunu ısrarla vurgulayan başarılı işadamı, ekonomi dünyasına yön veren isim Erol Bilecek’in dün birinci bölümünü yayımladığımız açıklamasının devamı şöyle;
“Türkiye ekonomisi herşeye rağmen büyümeyi başardı”
Terörle mücadelenin tamamında TÜSİAD başta olmak üzere, tüm iş dünyası sivil toplum kuruluşları devletimizin yanındadır. Terörle mücadelede hiçbir taviz vermeden, OHAL uygulamasının yeniden gözden geçirilerek, Türkiye’nin hızla normale dönmesi gerektiğine inandığımı paylaşmak isterim. Bu konuda Fransa’da OHAL’in kalkması sürecinde uygulanan yapıya bakmamız gerekir. Değerli Üyeler, Küresel durgunluk öncesi ve sonrası küresel ekonomide nasıl farklı dinamikler söz konusu ise Türkiye ekonomisinde de çok farklı gelişmeler söz konusu. Türkiye ekonomisinin 2002-2007 dönemi ile 2010- 2017 dönemini karşılaştırmalı olarak değerlendirelim. Her iki dönemde de büyümeyi başardık. Kriz öncesinde ortalama %7, sonrasında ise %5,6 büyüdük. Ancak bu iki büyüme dönemi arasında çok önemli nicelik ve nitelik farkları var. İlk dönemde kişi başına milli gelirimiz dolar bazında 10,850’ye çıktı. İkinci dönem sonunda hala aynı yerde, hatta biraz da gerisinde, 10,780 dolardayız. İlk dönemde büyürken çekirdek enflasyon oranını 2007’de %4,8’e kadar düşürmüştük. 2017’de %12’ye çıkardık. Dış borcu 2007’de %36’ya düşürmüştük, 2017’de %51’e çıkardık. Cari açık finansmanı ilk dönemde neredeyse yarı yarıya doğrudan yatırımlarla yapılırken, ikinci dönemde bu oran beşte bire düştü. Kriz öncesindeki dönemde bir yandan ekonomi büyürken, diğer yandan kırılganlıklarımızı azaltmış, enflasyonu ve borçluluk oranlarımızı düşürebilmiştik. Bunun nedeni, o dönemde yaptığımız reformlar sayesinde verimlilik artışlarıyla büyümüş olmamız, Batı dünyası ile, AB ile ilişkilerimizi güçlendirerek ülkeye önemli miktarda doğrudan yatırım ve nitelikli işgücü çekmiş olmamızdı. Kriz sonrası dönemde ise uyguladığımız büyüme politikası ucuz ve bol sıcak paraya dayalı, tüketim ve kamu harcamaları ağırlıklı bir politikaydı. Verimlilikten çok, talebi arttırma yönlü politikalar uygulandı. Bu yaklaşım, finansal göstergelerimizde bozulmaya ve kırılganlıklarımızın artmasına neden oldu. Bu kırılganlıklar, AB başta olmak üzere pek çok ticari ortağımızla yaşanan gerilimlerin yarattığı olumsuz algıyla da birleşince, maalesef ülkemize yönelik risk algısı kötüleşti.
“Yüksek enflasyon ve yüksek büyüme ikilisi mümkün değil”
Birkaç gün önce açıklanan enflasyon oranına özellikle dikkatinizi çekmek istiyorum. Bugün, bize benzer gelişmekte olan ülkelerin çoğu bu sorunun üstesinden gelmiştir. Bugün bu ülkeler, %3-4 civarında bir enflasyona sahipken, Türkiye’de enflasyonun %13’e, hatta gıda ve enerji hariç enflasyonun bile %12’ye varmış olması kabul edilir gibi değil. Hepimiz biliyoruz ki, enflasyon ile mücadelenin temeli, mali disiplin ve sıkı para politikasıdır. Merkez Bankaları, refah ve büyüme yaratma kurumları değildir. Anayasada da belirtildiği üzere, Merkez Bankası’nın temel görevi fiyat istikrarını sağlamaktır. Bizi fiyat istikrarından uzaklaştıran her politika ekonomimize uzun vadede zarar verir. Şunun kesin olarak altını çizelim: Ekonomi literatüründe maalesef “yüksek enflasyon ve yüksek büyüme” diye bir ikili yoktur. Bu tür büyüme sürdürülebilir değil, hemen her zaman geçicidir. Değerli Konuklar, Bu iki dönem, bize, önemli olanın tek başına büyüme olmadığını çok net bir şekilde gösterdi. Bugün artık soru, sadece “Ne kadar büyüyeceğiz?” değil, “Nasıl bir büyüme istiyoruz ?” olmalıdır. İki büyüme dönemi arasında uyguladığımız politikalardaki değişim, elbette küresel eğilim ve gelişmelerden bağımsız değildi. Kriz öncesi küreselleşmenin yükseldiği, ticaretin hızla arttığı bir dönemi yaşarken, kriz sonrası bildiğimiz tüm değerlerin sorgulandığı, yatırımların ve ticaretin zayıfladığı bir dönemde bulduk kendimizi. Ancak; ne olursa olsun unutmamalıyız ki, bugün geldiğimiz noktanın asıl belirleyicisi, yaşadığımız tüm gelişmelere bizim nasıl tepki verdiğimiz, küresel düzeyde yaşanan değişim rüzgarlarına hangi politikalarla cevap verdiğimizdir.
“Hayatın %10’u başımıza gelenler…”
Sizinle paylaşmak istediğim güzel bir söz var! “Hayatın %10’u başımıza gelenler, %90’ı ise onlara nasıl tepki verdiğimizdir.” Bu söz, sadece insan hayatı için değil, şirket ve ülkeler için de geçerlidir. Benim buradaki vurgum, güzel ülkemiz için! Tepkilerimizi ve iletişimimizi yeniden gözden geçirmeliyiz! Yoksa kaybederiz. Değerli Üyeler, Yaşanan küresel krizin geçici olduğunu, dünya ekonomisinin bu krizi de aşarak tekrar büyümeye geri döneceğini hepimiz biliyoruz. Nitekim; bu yıl ilk defa, hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ülkelerde ekonomi çok daha iyiye gidiyor. Peki biz geleceğe ne kadar hazırız? Bu yeni küresel büyüme dönemine Türkiye nasıl girecek? Müttefikleri ve ticaret ortakları ile gerilimli, dostları azalmış bir ülke olarak mı? Biz, geleceğe böyle girmek istemiyoruz. Bizim hayalini kurduğumuz çok güçlü bir Türkiye var. Biz kutuplaşmak-ayrışmak değil, birlikte çalışmak, birlikte yaşamak istiyoruz. Yenilenerek, güçlenerek, rekabet gücümüzü arttırarak büyümek istiyoruz.
“Kadınların gücü her alana dahil edilmeli”
Küresel dönüşüme ayak uyduracak, yaratıcı, yeniliklere açık, özgür, girişimci nesiller istiyoruz. Kadınlarımızın erkeklerle eşit şartlarda işgücüne katıldıkları, eğitimleri konusunda önlerine engel çıkarılmayan, şiddete maruz kalmadıkları ve tüm potansiyelleriyle ülkemizin geleceğini kurmaya ortak oldukları bir ülkede yaşamak istiyoruz. Toplumlar, kadına verdiği değer ölçüsünde gelişir. Çünkü; “Toplumun yarısını oluşturan kadınların gücünü her alana dahil etmeden ekonomik, insani ve sosyal kalkınmada sıçrama yapmak mümkün değildir.” Adaletin herkes için sağlandığı güçlü bir hukuk devleti istiyoruz. Herkesin kendini korkusuzca ifade edebildiği bir özgürlük ortamı istiyoruz. Yapılan en küçük haksızlık, toplumun tümüne yapılmış sayılır. Bu nedenle, “Adaletin kuvvetli, kuvvetlilerin de adaletli olmaları gerekir.” Bu hedeflerde birleştiğimizde hiçbir gücün bizi durdurabileceğine inanmıyorum.
“Doların ateşini değil, geleceğimizi tartışmalıyız”
Bugün tartışmamız gereken “faizin seviyesi, doların ateşi” değildir. Bugün tartışmamız gereken, geleceğimizdir. Ve söz konusu bu ülkenin geleceği olduğunda, kaybedecek bir saniyemiz bile yoktur. Değerli Üyeler, TÜSİAD olarak birçok konuda olduğu gibi, Dijital Dönüşüm, 4.Sanayi Devrimi, İnovasyon, Sürdürülebilirlik gibi konularda da çalışmalarımızı kamuoyuyla paylaşıyor ve yaygınlaştırmaya çalışıyoruz. Dijital dönüşümün her şeyi kökten değiştirdiği bir çağda, gelecek nesilleri bu yüzyılın gereklerine uygun şekilde yetiştirmek zorundayız. Bu zorunluluk, doğal olarak eğitim sistemimizle ilgili beklentilerimizi de yukarıya çekiyor. Zira, bizden sonraki nesillerin, dünyadaki çağdaşlarından geride kalmalarına tahammül edemeyiz. Bu aynı zamanda, Türkiye sanayisinin, ekonomisinin ve geleceğinin körelmesi anlamına da gelecektir. Şüphesiz, böyle bir seçenek asla söz konusu olamaz!
“Eğitim bir ülkenin geleceğinin güvencesidir”
Gençlerimize olan borcumuz; onları geleceğe en iyi şekilde hazırlamaktır. Gençlerimizin üreten ve girişimci bireyler olmaları, dünyadaki yaşıtlarıyla rekabet etmeleri için onlara gerekli beceri ve donanımı kazandırmaktır. Eğitimde fırsat eşitsizliğini ortadan kaldırmak üzere tüm okullarımızda kaliteyi topyekûn arttırmaya yönelik somut adımların ortaya konarak, şeffaf ve hesap verebilir şekilde takip edilmesi kritik önemdedir. Çünkü; eğitim bir ülkenin geleceğinin güvencesidir.
“Uzlaşma asla yenilgi değildir”
Değerli Üyeler, Özellikle güney ve güneydoğu hattımızdaki komşularımızla ilişkilerimiz önümüzdeki yıllar içinde çok önemli olacak. Şu anki gelişmelere baktığımızda;
- IŞİD’in kontrol ettiği topraklardan sökülüp çıkarılması, çok sayıda devletin işbirliğiyle gerçekleşti. Örgütün ideolojisi kadar, bölgedeki yerleşik sınırları değiştirme iradesi, böylesi kararlı bir mücadeleyi tetikledi. Önümüzdeki dönemde IŞİD’in tamamen terör odaklı ideolojisi ile bölgenin geleceğini etkilemesinden kaygılanıyoruz. Nitekim, kısa süre önce Mısır’da Cuma namazı sırasında bir canlı bombanın yaptığı katliama dehşet içinde tanık olduk.
- Kuzey Irak Yerel Yönetimi’nin bağımsızlık referandumuna, dünyada gösterilen tepkiyi ve sonraki gelişmeleri izleyerek bölgenin sınırlarının değişmesinin istenmediğini gördük. Irak Kürtleri, 2003’ten hatta 1991’den bu yana elde ettikleri kazanımların önemli bir bölümünü uluslararası sistemin duruşunu doğru okuyamadıkları için kaybettiler. Üstelik bu sürecin sonunda en güçlü destekçileri olan Türkiye ile ilişkileri de zarar gördü.
- ABD’nin de Suriye’de IŞİD ile mücadelesi bittikten sonra ne yapacağı tam belli değil. İran’ı dengelemek amacıyla şimdiki müttefikleri PYD/YPG ile işbirliğini mi sürdürecek yoksa bölgeden gidecek mi? Türkiye’nin 70 yıllık müttefikinin, Suriye’de, düşman olarak gördüğümüz bir örgütü silahlandırması ve bu örgütle birlikte çarpışması bildiğiniz gibi iki ülke arasındaki sorunların başında geliyordu. Bunca sertlik ve düşmanlıktan sonra bu tür çabaların sonuç verebilmesi için de gerek müttefiklerimizle gerekse ilgili diğer devletlerle diplomatik yolların açılması ve diyaloğun başlaması şarttır. Bu vesileyle bir kez daha ifade etmek isterim ki, uzlaşma asla yenilgi değildir.
“Yeni bir ekonomik kalkınma öyküsüne ihtiyacımız var”
Değerli Üyeler, Bir dönem, hükümetimizin büyük riskleri göze alarak Kürt meselesinde başlattığı açılımı, geçmişteki olumlu ve olumsuz tüm tecrübeler ışığında yeniden gündeme getirmeye ihtiyaç var. Türkiye, dünyada, içerdeki adalet, eşitlik ve özgürlük sorunlarını hallettiği ölçüde güçlü ve prestijli olacaktır. Terörün yol açtığı dehşet duygusu ve öfke, Kürt meselesinin bir vatandaşlık, hukuk ve demokrasi sorunu olarak varlığını bize unutturmamalıdır. Güneyimizdeki referandum da göstermiştir ki bağımsızlık ve sınırların değişmesi bir seçenek hatta ihtimal bile değildir. Değerli Üyeler, Bütün bu değerlendirmeler ışığında geldiğimiz nokta şudur: Bizim kesinlikle yeni bir ekonomik kalkınma öyküsüne ihtiyacımız var! Türkiye, özellikle de Türk özel sektörü, ülkemize bu ivmeyi kazandıracak kabiliyet, enerji, hırs ve beceriye sahiptir. İhtiyaç duyduğumuz şey; Tutarlı ve verimli üretimi destekleyen, rekabet gücümüzü ve refahı arttıracak reformist ekonomi politikaları, çağdaş bir eğitim anlayışı, dünyayla bütünleşmemizin önemini kavrayan bir dış politika, evrensel kurallara bağlı işleyen bir yargı sistemi ve yolsuzlukla mücadele endeksinde yükselen bir ülke olmaktır. Bunları gerçekleştiren ve başarılarını etkili bir iletişim metoduyla dünyaya anlatabilen bir Türkiye, kısa sürede, yeniden olumlu ve gıpta edilecek bir örnek ülke haline gelecektir.
“2018 yılında umudunuz daim olsun”
Değerli Üyeler, Yaşadığımız günlerin yarattığı karamsarlıkları aşacağız; umudumuzu asla yitirmeden yolumuza devam edeceğiz. Zaman zaman, geleceğe dair umudunuzu korumakta zorlanırsanız, Sevr Antlaşması’nın imzalandığı tarihle Cumhuriyet’in ilan edildiği gün arasında sadece üç yıl olduğunu hatırlayın. Mustafa Kemal Atatürk bunu nasıl mı başardı? Bu büyük mucizenin sırrı, son yüzyılın en büyük dâhilerinden ve en zeki liderlerinden biri olan Atatürk’ün, “Ben hayatımın hiçbir anında karamsarlık nedir tanımadım.” sözlerinde yatıyor. Bir yerde yaşam varsa, orada umut da vardır. Ve umut varsa, her şey kolaydır. 2018 yılında umudunuz daim olsun. Hepinizi saygıyla selamlıyorum.”