Emile DURKHEİM, toplumu bir arada neyin tutuğu sorusuna, hukukun toplumsal birlikteliği muhafaza ve teşvik etmedeki hayati rolüne işaret eder. (R.WACKS. Hukuk Felsefesine Kısa Bir Giriş.2013.77)
Bizim gibi Ortadoğu tipik toplumlarında ise toplumu bir arada tutmanın yalnız hukuk olmadığı, din, ahlak ve geleneklerin de hukukun yanına eklenmesi gerçeği kaçınılmazdır. Ancak homojen toplumlarda yukarıda sayılan parametreler sorunsuz bir şekilde uygulamaya girmişken, heterojen toplumlarda bunların uygulama sıkıntıları baş göstermektedir. Bu gibi toplumların birlikteliğinde temel hak ve özgürlüklerin kesintisiz uygulandığı, demokrasi aygıtı en iyi ve kaliteli çözüm aracıdır.
Toplumun iç akışı dinden ve ahlaktan saparak, kolektivizmden bireyciliğe yöneldiğinde, ceza hukuku devreye girer ki, bu yöntem hala çok geçerli bir argümandır.
Durkheim; Homojen toplumları bir değerler türdeşliğine sahip ve belirli bir iş bölümünden yoksun, mekanik dayanışma; Heterojen toplumları ise, karmaşık ve iş bölümü olan ve yüksek bir bağlılık seviyesi mevcut organik dayanışma olarak tanımlar. İş bölümü çağdaş devletlerin oluşmasında önemli bir paya sahiptir.
Ancak siyaset terminolojisinde ve hukuk sosyolojisinde dünyada belki de bir örneği ve benzeri olmayan partili cumhurbaşkanlığı yönetim sistemi; Bizim gibi karmaşık bir tolum yapısına sahip, din ve ahlak, temel hak ve özgürlükler, hak, hukuk, adalet ve hakkaniyet konularında yerleşik bir karakteri olmayan ve sürekli olarak bu konularda ikilem yaşayan, toplumun müşterek sesi olan basın ve medyayı, iktidarın sesi haline getiren, kutsal kitabımız Kur’an-ı Kerim’deki din ve ahlak anlayışından ziyade, tarikat ve cemaatlerin din ve ahlak anlayışını öne çıkaran ve oy uğruna ülkenin birleştirici tümel güçlerini tekil bir anlayışla çözülmeye iten Makyevelist bir yapının, heterojen bir toplum üzerinde yarattığı artçı sarsıntıları düşünmemiz gerekir. Ülkenin birleştirici ve bütünleştirici gücü cumhurbaşkanlığı makamının partili olması, tarafsızlık konusunu tartışmaya açtığından iktidar cephesinin özellikle seçim kampanyalarında kullandıkları siyasi nezaketten ve birleştirici ruhtan uzak dil ve üslup, toplumun bağlı değerlerine yönelik bir yıpratma aracı gibi görülmektedir. Şimdi bu kozmopolit durum karşısında, tesis ve tahkim edilen hukuk ve yargı sistemi, adaletle uyumlu olup olmadığına bakmadan, hukuk devlet sistemi demek; devlet yönetiminin tüm iş ve işlemlerinin hukuka uygun olması, ona uyarlılık göstermesi anlamına gelmektedir. Oysa ülkemiz; evrensel hukuk normları ötesinde ve hukuki kalıp ve çözümlemelere sığmayan bir kanunlar ve kanun hükmünde kararnameler ülkesi haline gelmiştir. Yüksek Seçim Kurulu’nun kararları ve olağanüstü hal durumlarında çıkarılan KHK‘lara karşı iptal ve itiraz yollarının kapatılması hangi adalet ilkesiyle bağdaşmaktadır. O halde hukuk, kanun düzeyine indirgenmeyeceği gibi, adalet te hukukla eş anlama gelmeyecektir. Bu gün ülkemizde inşa edilmiş olan gösterişli ve devasa adliye sarayları; ne yazık ki, adalet kavramı ve onun eşitlikçi ve hakkaniyetli ruhuyla bağdaşmamaktadır. Tam tersine ve genellikle bu saraylardan adalet adına kanun devlet ilkesi yansımaları toplumsal şablon üzerinde etkisini derinleştirmiştir. Demek istediğimiz şudur ki; hukuku kanun düzeyine indirgeyip, bunu hukuk ve yargı olarak tahkim ederseniz, hukuku adaletten saptırırsınız. Hatta hukuku adaletsizliğin bir aracı haline getirirsiniz. Günümüz Türkiye’sinde hukuk ve adaletin tesis edilmiş yerleri olarak görülen yüksek yargının vermiş olduğu kararlar, bu heterojen toplum vicdanında karşılık bulmuş mudur? Heterojen toplumlarda bütün başkaları varken, tekil başkasına ayrıcalık vermek adil midir? Dolayısıyla hukuk, kanun, yargı ve adalet kavramlarını yalın ve gösterişsiz algılamamız için, mutlaka sosyoloji, siyaset, ahlak ve hukuk felsefelerini toplumu bütünleştirici ve birleştirici bağlamda ve tam demokrasi zemininde yeniden tartışmalıyız.