İki arkadaş sahilde yürürken dertleşiyorlar.
Biri çok kızgın:
“Doğmaz ayın 15’inde bitirirler!”
Belli ki birilerine güvensizliğini bu deyimle ifade ediyor ve deprem sonrası sürecin çok kötü yönetildiğini anlatıyor.
Konudan konuya atlarken ana başlıkları peşpeşe sıralıyorlar.
Atatürk Anıt Alanı sular altında.
Her yer lağım kokuyor.
Ana caddeler köstebek yuvası gibi!
Deniz, sürekli taşıyor.
Altyapı deşarj istasyonları çalışmıyor.
Yıkılan Orduevi’nin önünde hüzünlü bir hava eserken, sohbet koyulaştı.
– Baksana, Orduevi de yıkıldı.
– Yıkılmayan bina mı kaldı ki!
Her yerin toz ve çöplerle kaplı olduğunu da konuşurken, duygulanıyorlar.
İkisinin ağzından dökülüverdi:
‘Heyy gidi İskenderun heyy!’
İkisi de esnaf.
Yaşadıkları travma çok net!
Yüzleri hiç gülmüyor.
İskenderun’un o çağdaş kimliğinin, harap ve bitkin halini gördükçe daha da hüzünlü bir hava oluşmuş her ikisinde de…
Ağır ağır gidiyorlar.
Bir, denize bakıyorlar.
Bir, binalara…
Sokakları da izliyorlar manasız gözlerle!
Anıları darmadağın!!!
Sanki tonlarca yük taşımışlar!
Omuzları çökmüş.
Dokunsanız, ikisi de ağlayacak!
Ayakta kalan binalar korkutuyor onları.
Vahhh İskenderunum vahhhh!
Havaların sıcaklığına aldırmadan yollarına devam ederken, iki arkadaşın şaşkınlıkları daha artıyordu.
Tam o an kısa boylu olanı soruyor:
“İskenderun mu bu?”
Birbirlerine bakıyorlar.
Adeta donmuşlardı!
Sonrasında beraber yürüdük, anılarımızı konuşa konuşa…
* * *
İşbilmezlere inat…
Sen, her halinle güzelsin İskenderun!