İnsanların doğru eylemde bulunmalarının temel şartı, doğru bilgi almalarına ve doğru eğitilmelerine bağlıdır. Bunun için yalın, sade ama etkili bir dil gerekir. Dildeki bir bozulma toplumsal yapıyı doğrudan etkilediğinden, temel parametrelerde bozulmaya başlar.
Türk geleneğinde olan Devlet Baba retoriği; aslında devletin tüm bireylerine karşı önyargısız, koruyucu, kollayıcı, adil bir tutum ve davranış takınması anlamına gelmektedir. Zaman zaman Ana kavramındaki o ulvilik, paylaşımcılık, sevecenlik ve sadakatle birleşip, müşfik devlet anlayışını ortaya koyunca, hiç şüphesiz buna uygun bir dil; devletin dili olarak üslup ve usturuplu şekilde tesis edilmiştir. Bu dil devleti temsil eden herkes tarafından aslına ve ruhuna bağlı kalarak kullanıldığından, birleştirici ve bütünleştirici özelliği de kendini göstermiştir. Öyle ki serbest Pazar ekonomisine geçişle başlayan neo-liberal politikalar; kendine has içeriksiz ve pragmatik bir dil üretmiş, ülkeyi yönetenler, devlet dili, siyasetin dili ikilemi karşısında, ağırlıklı olarak ve seçmenlerine net bir mesaj olsun diye devletin dilini kerhen de olsa kullanmışlardır.
Devlet işlerinde odacısına bile “Sayın” hitabını esirgemeyen rahmetli Ecevit ‘ten, diğer liderlere kadar kullanılan dil ve üslupta devlet aklını ve ciddiyetini görmek mümkündür. Ancak Milenyum ile başlayan ülkedeki yeni siyaset tarzı ve uygulaması, kendisiyle birlikte dilini de oluşturmuş ve devletin müşfik dili siyasetin buyurgan diline yenik düşmüştür. Özellikle 2002’den beri iktidarını sürdüren siyasi anlayışın belirlediği ve kullandığı dilde, Sayın ve benzeri hitap sözcükleri yerini Ey! Ünlemlerine bırakmış, Dış işlerinin yüksek temsilcileri Monşer ismiyle anılmış, emir kipleri kendi öznesini yaratmıştır. Devletin müşfik dili etki ve yetki alanını terk ederken, siyasetin buyurgan dili, toplumsal yapı ve parametrelerini etkilemeye başlamıştır. Doğru bilgiye ulaşmanın önünde ki engeller doğru davranmayı zorlaştırmış, siyaset dili ötekileştirici ve dışlayıcı bir hal almıştır. Güncel soru ve sorunların kaynağında, bu buyurgan ve emir kipli dilin olduğu gerçeği yadsınamaz hale gelmiştir. O nedenle dış politikadan, ekonomiye, eğitimden sağlığa, tarımdan sanayiye, yargıdan basın ve medyaya kadar bir çok alanda, dilsel bir sorun ve eylemsel bir açmaz görünmektedir.
Bugün bir çok siyasetçi, bürokrat, tarikat ve cemaat liderinin kullandığı irite edici dil; tepki toplamaya başlayınca, yapılan savunmalarda ya konuşmam yanlış anlaşıldı, ya da bağlamından koparıldı, dil jimnastiğine sığınılmaktadır. Bu dilki ekonomide üç farklı yılda en kötüsünün geride bırakıldığını söylerken, eğitimde akıl ve bilim ışığında rekabetçi anlayış yerini dernek, vakıf veya tarikat ağırlıklı işbirliği protokollerine bırakmıştır. Uluslararası politikada ülke yalnızlaşırken, Pandemi sürecindeki resmi verilerle sahadan gelen veriler arasındaki tutarsızlık da bu dilin ürünleri olarak ortaya çıkmıştır. Her doğal afet karşısında iğneyi kendine batırmanın yerine, çuvaldızı başkasına batırma kolaylığı seçilmiş, ya tarafsın ya bertaraf metaforu satırbaşı haline gelmiştir. Bu olumsuz gelişmeler karşısında devletin dili aranmaya başlanmış, Siyasetin keskin, üslupsuz, ölçüsüz dili her gün bazı yeni sorunlar üretmeye devam etmiştir. “Dilim dilim etti beni Dilim” dememek için, Türkçem benim ses bayrağım, devlet diline sıkı sıkıya sarılmalıyız.