Siyasal ve sosyal yaşamın sınırlarını anayasa belirler. Dünyada çok hızlı şekilde ortaya çıkan değişme ve gelişmeler karşısında, olağan dışı koşullarda hazırlanan 82 Anayasası artık bu gereksinimlere cevap vermiyor. Gerçi birçok defalar anayasa da değişiklikler yapılmış, ancak anayasanın temelini oluşturan demokratik hak ve özgürlükler, her değişiklikle adeta geriye yürütülmüştür. Darbe rejiminin ve daha sonraki değişikliklerle yamalı bohçaya dönen Anayasa ve onunla birlikte uygulamaya konulan Siyasi partiler ve seçim yasalarında hep darbe rejiminin dünyayı at gözüyle okumanın izlerini görürüz. Otuz sekiz yıllık bir darbe anayasası ve onun ürünleriyle, geleceğin Türkiye’sini kurmanın imkansızlığı gittikçe daha hacim kazanmaktadır. Hele 2018 yılında yapılan yönetim değişikliğinde, Partili Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi gibi, güçler ayrımını, yargı güvenliği ve bağımsızlığı, hukukun üstünlüğü, demokratik hak ve özgürlüklerin önceliği kavram ve ilkelerini, geriye iten ve toplumun üstüne uymayan, dar gelen bu sistem değişikliği ile, basın ve medya sektörü adeta özgürlük ve tarafsızlık ve en önemlisi etik ilke ve bağlamından koparılıp, yandaş hale getirilince ülkede açıklık(şeffaflık) sorunu yaşanmaya başlanmıştır.
Gerginlik ve cepheleştirme siyaseti, vatan sevgisi gibi hiçbir parti kurum ve kimsenin tekelinde olmayan ulvi kavramlar üzerinden yürütülmüş iktidar cephesinin her eylem veya işlemine onay vermeyenler, hain ve teröristlikle suçlanmaya başlanmıştır. Açıklık ilkesinin demokrasiyi en temelden güçlendirdiği gerçeği; yakın zamanlara kadar iktidar partisi tarafından hazırlanan ve başbakanlık sitesinde bulunan Değişimi Yönetmek için, Yönetimde değişim adlı Manifestosunda tam anlamıyla kendisine yer bulurken, zamanla açıklık(şeffaflık) yönetimde terk edilerek, yönet-me metaforuna dönüşmüştür.
Dünyayı ekonomik, sosyal ve siyasi açıdan etkileyen Kovid19 salgını, bir çok ülkede yönetme veya yönet-me ikilemi yaşatırken, süreci açık, ilkeli ve dürüst şekilde götüren ülkeler, salgınla mücadelede öne çıkmışlardır. Bu salgını yayılmasının önlemenin yolu, temizlik, maske takma ve uygun mesafeyi koruma olmasına rağmen, ülkemizde elde edilen salgınla mücadele başarısı; yeni normal gibi, çapsız, boş ve verimsiz bir kavrama sıkıştırılmış, normale yeni sıfatını yükleyerek, lümpen bir yaklaşımla a-normalleşme başlamış, bununla birlikte günlük vaka sayıları yukarıya doğru tırmanış göstermiştir.
Sağlık, ekonomi tercihinde, yönetim tercihini ekonomiden yana kullanmış, bir Hazirandan itibaren alış-veriş merkezlerinin açılışıyla başlayan yeni normalimiz, şehirlerarası yolcu kısıtlamasının kaldırılmasıyla hız kazanırken, düğün, nişan, sünnet, toplu yemek, asker uğurlama, plaj ve deniz aktiviteleri ve eğlencelerle tepe noktasına ulaşmıştır. Bir taraftan turizm canlansın diye, devlet bankaları aracılığıyla tatil kredileri teşvik edilmiş, diğer taraftan Kurban Bayramı ritüelleri, Ayasofya kebir-i Cami açılışına Türkiye ‘nin her tarafından insan taşınmış, sonuçta tırmanan ve ikinci pik noktasına yaklaşan vaka sayılarının suçlusu vatandaş gösterilmiştir. Alınması gereken kısıtlama ve önlemler, ekonomik kriterlere kurban edilmiş, zaman zaman Türkiye genelinde geniş kapsamlı yapılan haberli denetimlerde kurallara uymayanlara para cezası kesilerek terbiye mekanizması devreye sokulmuştur. Tüm kurum ve kurallarıyla top-yekün mücadele edilmesi gereken bu salgında, başlangıçta açıklık ve yönetme doğru bir şekilde tesis edilirken, sonraları açıklık ve yönetme a-normalleşmeye yenik düşmüş, açıklık ve süreci yönet-meme konularında ki şüpheler kamuoyuna yansımıştır. Sağlam, kalıcı ve sürdürülebilir bir demokrasi için, daha önce zikredilen Manifesto’daki ilkelerin uygulamaya geçirilmesi kaçınılmazdır. Öyle değil mi?