Bugünlerde koronavirüs ile yatıp koronavirüs ile kalkıyoruz. Yaşamdaki bütün önceliklerimizi değiştiren bir tehditle karşı karşıyayız.
Yaşamımıza kasteden bu tehdit Gölcük depremini ve sonrasında hissettiklerimi anımsattı. 16 Ağustos 1999 gecesi tatlı hayal ve umutlarla uykuya kapattığım gözlerimi saat 03.02’te kâbusa açmıştım. Ne olduğunu anlamam için bile dakikalar geçmesi gerekmişti.
Gölcük yerle bir olmuştu. Bulunduğum yerin hemen yakınındaki babamın evini bulmakta bile zorlanmıştım. Yıllarımı geçirdiğim Yüzbaşılar semtinin ezbere bildiğim sokaklarını artık tanıyamıyordum.
Yaşamın olağan aktığı zamanlarda her birimizin kıyasıya eleştirdiği devlet sistemi ise tam anlamıyla yok olmuştu. Ne yardıma gelen vardı ne de yardım çığlığımızı duyan. Devletin güvenlik güçleri ve bir afette yardım etmesi gereken organları yardıma muhtaç durumdaydılar. Devlet sisteminin çökmesinin ne kadar korkunç bir kâbus olduğunu o an anlamıştım.
Yıkılan binaların arasından canımızı kurtardıktan sonra sakinleşmeye, sakinleştikçe de yaşamdaki en önemli şeyin hayatta kalmak olduğunu hissetmeye başlamıştık. Sevdiklerimizle birlikte hayatta kalmak…
Yaşamak dışında her şey önceliğini yitirmişti. İlk yitirdiğimiz de mülkiyet duygusu olmuştu. Sahip olduğumuz mülklerin, eşyaların hiçbir değeri kalmamıştı. Yaşamak için gerekiyorsa hepsini terk edip gidebilirdik. Nitekim ilk olarak öyle de yaptık. Sahip olduğumuz her şeyi terk edip daha güvenli yerlere gittik. Yanımıza sadece ve sadece anılarımızı aldık.
Deprem afeti bize devlet denilen aygıtın ne işe yaraması gerektiğini de öğretmişti. İnsanlar tek başına ya da küçük gruplarla başaramadıkları şeyler için devlet denilen aygıtı oluşturmuş ve devletin yaşaması için de gerektiğinde kendi yaşamını feda etmek dâhil her türlü desteği vermişti. Elbette o zor zaman geldiğinde de devletin kendisini korumasını ve desteklemesini beklerdi.
Devlet insanlarla vücut bulur. Yani insandan bağımsız bir şey değildir. Devleti oluşturan insanların kalitesi devletin vatandaşlarına sunduğu hizmet ve güvencenin de kalitesini belirler. Bu anlamda devlet ile ülke vatandaşları arasında çok güçlü bir bağ vardır.
Sağlık ordusu da devletin bir bölümüdür. Sağlık ordusunun bireylerinin askerlerimizden bir farkı yoktur. Birisi canımızı korurken diğeri de sağlığımızı korur.
* * *
Anlatmak istediğim ikinci konu 2016-2018 yıllarında İzmir’de yaşarken Türkiye Emekli Subaylar Derneği Karşıyaka Şube Başkanlığı yaptığım dönemde dernek yönetim kurulu ve gönüllü arkadaşlarımla birlikte gerçekleştirdiğimiz “Vatan Size Aileniz Bize Emanet” projesidir. O günlerde iç terör ağırlıklı olarak Güneydoğu’da olmak üzere büyük şehirlerimizde de etkili olmaya başlamıştı. Aynı zamanda Suriye’de sınırımıza paralel bir terör koridoru da oluşturuluyordu.
Türkiye’nin içinden ve çevresinden terörle kuşatılmak istenmesi karşısında da güvenlik güçleri ağır görevler ve sorumluluklar almaya başlamışlardı.
İzmir Foça’dan Güneydoğu ve Suriye’ye gönderilen askeri birlikler vardı. TESUD (Türkiye Emekli Subaylar Derneği) Karşıyaka Şubesi yönetim kurulu olarak, asker ve polis her kurumdan güvenlik görevlisi terör belası ile canı pahasına mücadele ederken evde oturup sonuçları izlemeye, şehitlerimizin cenaze törenlerinin ardından sosyal medyada üzüntü emojileri paylaşıp sonra da günlük yaşamımızı hiçbir şey olmamış gibi sürdürmeyi içimize sindirememiştik. Bu konuda toplumsal sorumluluğumuz olduğunu düşünüp “Vatan Size Aileniz Bize Emanet” projesini oluşturup yaşama geçirmiştik.
Bu proje Karşıyaka yerelinde başlayıp Türkiye geneline yayılmış, hatta yurtdışındaki vatandaşlarımızın ilgisini de çekip çok büyük bir katılımla yürütülmüştü. Zamanın Karşıyaka Belediye Başkanı Sayın Hüseyin Mutlu Akpınar’ın da benimsemesiyle Karşıyaka Belediyesinin kurumsal desteğini de alan proje ile hem çatışma bölgelerindeki askerlerimize halkın sevgilerini içeren binlerce moral paketi göndermiş hem de onların İzmir’de bıraktıkları ailelerine moral desteği veren nice çalışmalar yapmıştık.
Vatan Size Aileniz Bize projesi kapsamında askerlerimize yazılan mektuplar
Cephedeki asker kendinden daha çok geride bıraktıklarını düşünür. Geride bırakılan bazen hamile bir eştir, bazen gecenin bir vakti anne ya da babasını sayıklayarak uykusundan uyanan çocuktur, bazen bakıma muhtaç bir annedir, bazen babası olmadığı için sinemaya gidemeyen çocuktur.
Eğer geride sorun varsa askerin savaşma azmi azalır. Dikkati dağılır. Kendi güvenliği de tehlikeye düşer.
Cephedeki askere yapılacak en büyük destek, geride bıraktıklarının devlet ve halk tarafından kucaklandığını ve varsa sorunlarının giderildiğini hissettirmek olacaktır.
* * *
Bütün bunları bugün yaşadığımız koronavirüs krizinde sağlık ordusunun emekçilerinin de tıpkı cephedeki askerler ile aynı durumda olduklarını değerlendirdiğim için yazdım.
Cephedeki askerlere savaşmaları ile ilgili destek olmamız olası değildir. Nasıl savaşacaklarını en iyi onlar bilirler. Onlara savaş teçhizatı da gönderemeyiz. Devlet bu ihtiyacı en iyi şekilde karşılar.
Sağlık görevlilerine de alanlarında yol göstermemiz olası değildir. Virüsle nasıl savaşacaklarını en iyi onlar biliyorlar.
Evet, virüsle savaşmak sağlık personelinin ana görevidir. Ama onlar da görevlerini en iyi biçimde yapabilmek için askerler gibi yüksek morale ihtiyaç duyarlar.
Bu nedenle tüm Türkiye sağlık görevlilerine nasıl destek olacağını düşünse iyi olmaz mı? Bunun için dernekler, vakıflar, kurumlar projeler geliştirseler…
Hepimiz, cephede yani hastanelerde, üniversitelerde, laboratuvarlarda gece gündüz çalışan ve çalışacak olan sağlık ordusunun neferlerinin bu kriz süresince yapamadıkları şeylere destek olabiliriz. Geride bıraktıkları aileleri ile elele tutuşabiliriz. Bizzat kendilerinin mücadele azmini yukarıda tutacak etkinlikler düzenleyebiliriz.
İlgi alanı ne olursa olsun tüm dernekler ve vakıflar, muhtarlar, apartman-site yöneticileri bu konuda beyin fırtınası yapsalar fena mı olur?
Virüsten korunmak için evlerimize saklandığımız bu günlerde virüsle göğüs göğüse çarpışan sağlık ordusunun neferlerine nasıl destek olabiliriz sorusunu kendimize sormalıyız.
Belki, bir sağlık görevlisi ile aynı apartmanda oturuyoruzdur. Onun ev alışverişini yaparız.
Belki, ailesinin desteğe ihtiyacı vardır, onu karşılarız.
Belki, morali bozulmuştur, moralini yükseltmek için ona el ürünü bir obje armağan ederiz.
Belki de otururuz masa başına, elimize kalem kâğıt alır, adını bile bilmediğimiz bir sağlık görevlisine duygularımızı içeren mektup yazarız. Bu günlerde mektup yazılması sağlık açısından uygun olmaz derseniz sosyal medyada yazarız mektupları ve doğrudan bir sağlık görevlisine ulaştırırız.
Hepimize bu konuda büyük iş düşüyor. Hem sağlık görevlilerinin uyarılarına tamamen uymalıyız hem de sağlık görevlilerini desteklemeliyiz.
* * *
1999 Gölcük depreminde olduğu gibi bugünlerde de sahip olduğumuz maddi şeylerin fazla bir değerinin olmadığını anlamış olduk. Önemli olan, hep birlikte huzur içinde yaşamayı bilmektir. Diğer her şey bunun üzerinde yükselecektir.
Korona krizi sonrasında da yapacağımız en önemli şey bizi yaşamda tutan asıl unsurun akıl ve bilim olduğunu, bilim dışı inanış ve davranışların nasıl ortadan kaldırılacağının tartışılması olacaktır.
Yani; toplu namaz kılınmasının sağlık açısından uygun olmadığının açıklanmasından sonra “Ne virüsü yavrum! Camide virüs olur mu? Orada melekler bizi koruyor. Hiç mi hocaları dinlemediniz?” diyen teyze ile cuma namazını kılmaya geldiği caminin demir kapısını polis uyarısına rağmen tekmeleyen insanın ve “Evde kalmanız istenmesine rağmen neden sokaktasınız?” diye sorulduğunda “Çevrene baksana virüs görüyor musun? İnanmıyorum buna” diyen gencin düşünce yapısının toplumun sağlığını ve gelişimini tehdit ettiğini anlamalı ve toplumun da bunu anlaması için çabalamalıyız.
Yazımı bitirirken sağlık ordusunun neferlerine başarılar diliyor ve gönülden şükranlarımı sunuyorum.
Sevgiyle kalın.