Ortadoğu kadersiz ve sefil bir durumdadır. Coğrafyası, geleceği, düşleri, barışı, kardeşliği çalınmış, emperyalist güçlerin yerel taşeronları, coğrafyanın tam kalbine doğru harekete geçmişlerdir. Tarihin ve mistik inanışın kesişim noktası Ortadoğu; kapısı hep karanlığa kaosa açılmıştır. Birey olma hak ve yeterliliğine erişememiş yoğun kalabalıklar, kabile, aşiret, cemaat ve mezhep gibi çözümsüz seçeneklere itilmiş, buralarda ki yoğunlaşmalar, sembolik devlet yapılarını bile etkilemiştir. Petrol, doğalgaz ve benzeri yer altı zenginliklerini, dünyaya pazarlayan devlet yönetimi kılığındaki elit tabaka, elde ettikleri zenginlikleri tüm halkın refah ve mutluluğu için tabana yayma yerine, kendi zenginliklerinin sürdürebilir bir parametresini oluştururken, diğer taraftan kendi ayrıcalıklı ve güya devletle özdeşleştirdikleri zümrelerini korumak için inanılmaz bir silahlanma yarışı içine girmiş, kaderlerini, yönetimlerini, işleyişlerini arka planda düzenleyen, küresel emperyalistlerin ticari pazarı haline gelmişlerdir. Kabile, aşiret, cemaat veya mezhep devleti görünümünde ki Ortadoğu’nun bu eğreti otları, temel düşman olarak kendi insanını görmüş, zenginlikleri paylaşma yerine emperyalistleri efendi kabul etmişlerdir. İşte bu kırılgan devlet yapıları, Arap Baharı adı altında emperyalistlerin yeni yol haritası olmuş, demokrasi getirme adına mevcut yönetimler ki bunlar; Ortadoğu Coğrafyasında küresel efendilere karşı duruş sergileyememiş olmaları nedeniyle, iç savaş ve dış destek konseptli yöntemlerle yıkılmış, İslam dünyasının en hassas olduğu mezhep kışkırtmaları yoğun bir sis bulutu olarak bu garip coğrafyada kümelenmiştir. Büyük Ortadoğu Projesi pratiği, bazı ülkelerde yıkımlar yaratırken, bazılarında mezhepsel kışkırtmalar pompalanmaya devam etmektedir. Ülke ve bölge sınırları küresel efendiler tarafından tarihin arka odalarında yeniden tasarlanırken, Ortadoğu’nun tarihten gelen kültür ve geleneği, devlet yönetim anlayışı ile birleştiren köklü pers kültürünün ürünü İran, Nil kıyısında uygarlıklar yaratıp, kültür ve yönetim anlayışını, milli çıkarlarıyla birleştiren Mısır ve kendi küllerinden yeniden bir devlet kurup, rehberliğinin bilim ve akıl olduğu, uygarlık yolculuğuna M. Kemal‘in izinde ve ilkeleriyle yürümeye devam eden laik Türkiye Cumhuriyeti, gibi devlet olma köklü ölçütlerini yerine getirenler dışında, diğer Ortadoğu devletleri ya bir kabileye, aşirete, ya da cemaat veya mezhebe dayanmaktadır. Bu nedenle Büyük Ortadoğu Projesinin kurban seçtiği Irak; hala ciddi bir devlet statüsü ve kimliği kazanamamış, okyanus ötesi küresel güçlerin hareket alanı haline gelmiştir. Eski liderleri Saddam Hüseyin’in heykelini yıkan eller, yıktıranın kim olduğu bilincine varamamıştır.
Suriye yedi-sekiz yıllık bir iç savaşın sonucu yönetimi ayakta kalmayı başarmış, Tunus ve Cezayir, Arap Baharı tufanını yaşamadan gerçek bahara erişmeyi başarmışlardır. Libya ise tam da küresel güçlerin planladığı gibi olmuş, aşiretler veya kabileler arası alan bulma, yerleşme ve tanınma çabaları namlunun ucunda cereyan etmeye başlamıştır. Parçalı, dağınık, uluslararası kriterlere göre tam güvensizlik alanı Libya’ya asker gönderme tezkeresinin, siyasi, ekonomik, psikolojik, hukuki ve kültürel yansımalarının gerçekten çok akıllıca olacağını söylemek, mantığa uymamaktadır.
Kendi ülkesinin sınır ve güvenliği ile yurt savunmasının ana görevi olması dışında, Türk askerinin davet edilen her kaotik ortama gönderilmesinin rasyonel bir açıklaması da yoktur. Yıllar önce Nato’ya girmek için Kore‘ye gönderilen Mehmetçiğin, orada bizim olmayan bir savaşta bulunması, şehit olması, gazi olarak geri dönmesi, siyasi etik olarak siyaset felsefesinin hiçbir yerine oturtulamamışsa, Libya‘ya gönderilecek Mehmetçiğin de bununla ilgili tezkerenin de, Türkiye‘nin yurtta barış, dünyada barış eksenine oturmayacağı bilinmelidir. Üstelik üç bölgeye ayrılmış Libya çöllerinde, askerimizin birilerinin yanında diğerlerine karşı savaşması izaha muhtaç durumdadır. Oysa Türkiye Cumhuriyeti Devleti her zaman barıştan yana tavrıyla, arabuluculuk görevini yapmak, sınırdaş ülkeler başta olmak üzere barış politikasının Ortadoğu‘ya hakim olması için öncülük etmelidir. Türkiye‘ye yakışanı budur.