Türkiye seçimin dayanılmaz ağırlığı içerisine girerken, seçim gündemini belirleyen en önemli parametre hiç şüphesiz ekonomi olacaktır. Seçimin bu kaygan zemini üzerinden propaganda ve kampanya yürütmek, iktidar cenahını zorlayacak gibi gözüküyor. Ama bu taraftan yapılan açıklamalar, verilen röportajlar ve söylemler gösteriyor ki; ekonomiden teröre, tarımdan sanayiye kadar tüm iç açıcı olmayan göstergelerin yani kötü giden her şeyin baş sorumlusu hiç kuşku yok ki bay muhalefettir. Öyle bir muhalefet ki; yaklaşık 2002’den beri ülkeyi yöneten iktidarın, aldığı kararlara, çıkardığı yasalara, ekonomik, siyasi, sosyal ve kültürel alanlardaki uygulamalara karşı, salt çoğunluğu sağlayamadığı için direnemeyen, ülkenin yakın tarihi hafızası içinde, geniş bir yer kaplayan çözüm sürecine ve bu sürecin iz bırakan görüntülerine şiddetle karşı çıkmasına rağmen sesini duyuramayan, Türk ordusuna kurulan kumpas hareketlerine karşı oyunu bozmak için var gücüyle direnen ve devletin tüm kademelerinden cemaat ve tarikatların temizlenmesi gerektiğine her durumda ses çıkaran ama sesini yeterince kitlelere ulaştıramayan, tarım sektörünün gidişatının ileride kriz yaratacağı ön görüsünü anlatmaya çalışırken taraflı ve yandaş medyayı aşamayan, çabasını sonuçlandıramayan, iktidara yaptıkları her eleştiri sonucu soluğu mahkemelerin kapısında alan, şimdiye kadar görülmemiş tazminatlar ödeyen muhalefet, meğer yaşanan her olumsuzluğun baş sorumlusuymuş.
Yerel yönetimler, merkezi yönetimin dışında bir yönetim olup tamamen kent veya belde insanının mutluluğunu maksimize etmeye çalışan, kent veya belde insanının daha temiz bir çevrede, daha düzenli bir ortamda, daha huzurlu yaşamın aslında var oluş nedenidir, yerel yönetim… Konuya buradan bakınca, kent veya belde de ortaya çıkan her türlü gelir daha adilane bir şekilde dağıtılmayı gerektirir. Kentlerin kent kimliği oluşumundan tutun, kentsel alt yapı, mimari, kent estetiği, kent etiği ve kent kültürü oluşumuna kadar her şey yerel yönetimin yetkisindedir.
Açıklanan seçim manifestolarına göre; kentlerin şu an içinde bulundukları, astım nöbetlerini aşmanın yolunu belli başlıklar altında özetlenmesi bile, başta İstanbul ve Ankara olmak üzere diğer büyük kentlerdeki, dikine gecekondulaşma(F. Başkaya’nın deyimiyle) bir öz eleştiri olarak algılanabilir.
Şimdiye kadar uygulanan parsel bazlı ve istismara açık imar planlarını hangi büyük şehir veya kent belediyeleri yerine getirmiştir?
Bu acımasız ranta ve yağmaya dönük imar planlarını kimler hazırlamış? Kimler onaylamış ve kimler gerçekleştirmiştir?
Kentlerin kimliksel genleriyle oynanırken, rantsal bölüşümden menfaat sağlayanlar bu imar planlarının neresinde durmaktadırlar?
Peki bu kentlerin silüetlerini bozan, estetik ve mimari açıdan çok tartışılacak ucube yapıların izinleri acaba nasıl verildi?
Velhasıl kentler, trafik yoğunluğu, alt yapı, gürültü ve çevre kirliliği, çirkin çarpık kentleşme ve betonlaşma, doğayı yok sayma ve daha birçok alanda imdat diye çığlık atarken, kontrolsüz göçün dayattığı plansız, programsız ve projesiz imar planları kentleri cendereye almaya devam edecektir. Öyle ki doğum artış oranındaki yükselme, daha iyi bir yaşam umudu, kentleri hep dışarıdan yoklamaya devam edecektir. Bu koşullar altında yatay şehirleşme ne kadar mümkün olabilecektir?
Aslında seçim süresince çok farklı şeylere tanıklık edeceğiz, kimilerine şaşırırken, kimilerine gülüp geçeceğiz. Burada seçmene düşen en önemli görev akıl ve vicdanını kullanmak ve duygusallığa yenik düşmemektir. En azından ruz-i mahşer beratlarına inanmayacak veya siyasetin kirli yüzünün, İslamiyet’in nurlu yüzüne bulaştırılmasına müsaade etmeyecektir. Çünkü seçim geçimin önüne mutlaka çekilmeye çalışılacak, her şeyin sebebi bay muhalefet söylemleri yüksek perdeden dillendirilecektir. Etik, felsefe, bilim ve akıl dışı siyaset anlayışımızdan başka bir şey üretilemez. Öyle değil mi bay muhalefet?…