“İstiklal-i tam için şu düstur var: Hakimiyet-i Milliye, Hakimiyet-i iktisadiye ile tarsin edilmelidir. Bu kadar büyük gayeler, bu kadar mukaddes, azametli hedeflerin tahakkuku tammini temin için yegane kuvvet iktisadiyattır” M. Kemal ATATÜRK.
Kurtuluş Savaşı sonrası, Cumhuriyetin ilk yıllarında, Osmanlı’dan kalan ağır bir ekonomik sorun ve borç ödemesi, genç cumhuriyetin temel ekonomik problemiydi. İnsan gücü alanındaki kayıplar, emek arz ve talebinde büyük sıkıntılar yaratırken, özellikle sanayi alanında gelişmeler; İzmir İktisat Kongresi’nde alınan kararlar doğrultusunda şekillenmeye başlanmıştır. Halkın temel ihtiyacı olan şekerin yüzde 15 gibi bir kısmı yerli üretimle karşılanırken, yüzde 85’i ise ithalat yoluyla karşılanmaktaydı. Dokuma ve giyimde ise, benzer sonuçlar, halkın en temel ihtiyaçları konusunda ekonomik görünümü ortay koymaktaydı. Bu yüzden ekonomide temel hedef; temel ihtiyaçları yerli ve milli üretimle karşılamaktı.
İşte bu yüzden devlet öncülüğünde kalkınma modeli yaşama geçirilmiş, Sana-i Maadin Bankası’nın kurulması, Teşvik-i Sanayi Kanunu’nun çıkarılmasıyla, Genç Türkiye Cumhuriyeti’ni boydan boya öncelikle temel ihtiyaçları karşılamaya yönelik fabrikalar süslemeye başlamıştır. Uşak Şeker Fabrikası; milli ve yerli sermayenin şeker sanayinde Alameti Farikası olurken, onu izleyen Alpulu, Eskişehir ve Turhal şeker fabrikaları, Cumhuriyetin milli imzası olarak, sanayileşmenin öncü gücüne kazınmıştır.
Şeker, bir ülkenin en stratejik ve ekonomik değeridir. Çünkü bir zincirin halkaları gibi, iç içe geçmiş ve birbirini besleyen, biri olmadan diğerinin anlam ve önemi olmayan bir tarım ve sanayi ürünüdür. Satılacak olan her bir şeker fabrikası, arkasında önce üretim aşamasında emek girdisini sağlayan işçi ve ailesini, sonra fabrikaya hammadde girdisi olarak şeker pancarı sağlayan çiftçi ve ailesini, peşi sıra, şeker pancarı ve şeker üretiminin yapıldığı yani fabrikanın bulunduğu ilçe, il veya bölgenin sosyo-ekonomik yapısını olumsuz ve derinden etkileyecektir. Türkiye Şeker Kurumu’nun bir KHK ile kapatılması, olağanüstü hal kanununun özüne ve ruhuna aykırı olduğu gibi, şekerin tarladan başlayan öyküsünün de kurgusunun değiştirilmesine neden olmuştur.
Küresel ekonomik güçler; ülkemizin milli ve yerli kurum ve kuruluşlarının özelleştirilmesi konusunda başrolü oynarken, bugün gelinen noktada, tütün tarım ve sanayisinin hangi dış şirketlere yenildiğini görmek mümkündür. Tarım ve hayvancılıktaki yanlış ve eksik politikalar; ülkeyi dışa bağımlı konumuna getirirken, son günlerde şeker üzerindeki olumsuz dalgalanmalar, milli ve yerli tarımsal sanayiyi savunmasız bırakmıştır. Elbette ki zarar eden ekonomik kuruluşlar, rehabilite edilmeli, zararlar minimize edilmelidir. Ancak bu şeker fabrikalarının bulunduğu yörelerde, fayda-maliyet analizleri, yörenin sosyo-ekonomik dinamikleri göz önüne alınarak yapılmalıdır. Türkiye öteden beri orta gelir tuzağında olup, orta teknoloji tuzağında gidip gelmektedir. Yönetenlerin temel işi, yüksek teknolojiyi kullanarak, eskimiş ve verimliliği düşmüş yerli ve milli sanayiyi, yeniden üretmek, coğrafi şartları ve konjoktürel yapıyı iyi okuyarak, tarıma dayalı sanayiyi bazı bölgelerde desteklemeyi sürdürmelidirler. Cumhuriyetin ilk göz ağrılarından olan şeker sanayinin, satılması yerine yeniden üstün teknolojiyle desteklenmesi sağlanmalı ve böylelikle şeker üzerinde oynanan kapitalist oyunları bozmalarıdır. Şeker yerine kullanılacak ve hayatımızın her alanını sinsi bir şekilde kuşatacak olan Nişasta bazlı şeker(mısır şurubu) piyasada tekelleşecek, sağlık sorunları baş gösterince de bu kez ilaç firmaları ülkemizde sahneye çıkacaktır. Verimliliği kar çıktısı şeklinde yorumlamayı bırakıp, verimlilik eşittir çalışanların iş doyumu derecesi, yöre insanının beklenti derecesi şeklinde algılarsak, zaten sorun kalmayacaktır.
Şekerimiz; yerlidir, millidir, alın teridir, göz nurudur, umuttur, sevdadır, beklentidir. Şeker, Türkiye Cumhuriyeti damgasıdır. Gerisi masaldır.